Message
Mi’râc insanın, bedeninin ölümü vuku bulmadan önce, Yaradan’ına visâlinin yâni kavuşmasının idrâkini yaşamasıdır. Bu, hayâl ve vehimden âzâde, Cenâb-ı Hakk tarafından lutfedilen otantik ve ontolojik bir mânevî tecrübedir. Bu mânevî tecrübe esnâsında insan esfel-i sâfilînin idrâkinden Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna yükseltilerek Aslına rücû’ ettiğine, kendi katresinin Hakk’ın Zât ummânında, ya da zerresinin O’nun Nûr’unda yok olarak, fânî olduğunun idrâkinde iken, aslında bizâtihî Hayy ve Bâkıy olduğuna şâhit olur. İşte bu, Kur’ân’da Yakıyn kelimesiyle ifâde olunan hâl-dir. Bu kesbî değil vehbî bir hâdisedir. Cenâb-ı Hakk bunu dilediği kuluna lûtfeder.
İlk mi’râc irâdî değil, gayrı irâdîdir. İlk defâ mi’râc’ı gerçekleşen kimse havsalanın ihâta edemediği bu olayın Celâl’inin ve Cemâl’inin dehşet ve letâfeti karşısında böyle bir olayın bir daha zuhur etmesini ihtirâsla arzular. Bu muazzam olayın bahşettiği mânevî zevk ve hayret dünyevî hiçbir zevk ve hayretle kıyaslanamaz. Ancak Cenâb-ı Hakk seçtiği bâzı kullarına bu ilk mi’râc’dan sonra istedikleri zaman huzûruna ref olunmalarına izin vermektedir.
Kendisine mi’râc lutfedilen kimseye “velî” ya da “evliyâ” denilir. Arapça bir kelime olan velînin Türkçe’deki karşılığı “dost”tur. Velâyet’in olmazsa olmaz şartı mi’râc’ın gerçekleşmiş olmasıdır. Demek ki kendisine mi’râc lutfedilen kimse “Allah’ın Dostu” olmaktadır. Bir hadîs-i kudsîde: “Benim velîlerim kubbelerimin altında gizlidir” denilmektedir. Velî, çok istisnaî hâller hâriç, kendisinin velî olduğunu ve mi’râc esnâsında Cenâb-ı Hakk ile arasında vuku bulan harîmiyyeti aslâ dile getirmez; mi’râc’ını bir öğünmeye ya da bir iddiaya, dâvâya mesned vesiylesi kılmaz. Mi’râc’ın edebi budur.
Mi’râc öylesine sırlı bir hâdisedir ki Cenâb-ı Hakk bâzı velî kullarını bu olayın idrâkinden dahî setreder; yâni velî olduğunun idrâkinde olmayan velîler de vardır. Kezâ öyle velîler vardır ki ilk defa mi’râc’a mazhar olduklarında bu yaşadıklarının bir mi’râc olduğunu idrâk etmezler de daha sonraki bir mi’rac’larında bu olayın ve öncesinin idrâki kendilerine verilir.
Mi’râc’da Cenâb-ı Hakk kuluna çok lutfda ve ikrâmda bulunur; ona yakıyn ve hikmet verir ve Esmâ’ü-l Hüsnâ’sı ile bezeyerek tekrar esfel-i sâfilînin idrâk düzeyine rahmeten irsâl eder. İlk mi’râc’ını yapanlarda genellikle büyük bir cezbe zuhur eder. Eğer bu cezbe hazmedilemezse, Hallâc-ı Mansûr misâlinde olduğu gibi, garib hâller ve herkesin kolaylıkla hazmedemeyeceği bir takım şathiyât-ı sofîyâne zuhur eder.
Her velî cezbesini hazmedebilmek için bu hâlinden anlayan bir mürşide muhtaçtır. Cezbesini hazmeden bir velî ise mi’râc’ında kendisine ne lûtfedilmişse bu şehâdet âlemine yeniden irsâl edildikten sonra onu izhâr etmeğe başlar. Eğer ilm bahşedilmişse ilm-i ledün’ü ehline tevdî eder. Eğer eş-Şâfi’ ismi gâlib kılın-mışsa maddî ve mânevî şifâ dağıtıcı olur. Eğer er-Rabb ismine mazhar kılınmışsa kâmil bir mürebbi’-i mânevî olur, ve ilh... Bunun ötesinde velî bu şehâdet âleminin esrârı artık kendisine gizli olmadığından bütün bu âleme ve bu âlemdekilere “Fe eynemâ tüvellû, fe semme vechullâh” âyetinin medlûlünün gerektirdiği biçimde hep bir Rahmânî nazar ile bakar. Anlayana bu, O’nun en mütebâriz vasfıdır.
Cenâb-ı Hakk’ın velî kullarına Mi’râc’da bâzen lutfettiği bir husûs daha vardır. O da mi’râc’dan sonra bu velî kulların herhangi bir olay hakkında sarf ettikleri sözlerin kaderin hükmüne paralel olması keyfiyetidir. Avâm bunu müşâhede ettiği zaman bu zevâta sanki “bütün bu olaylar, onlar, bunların böyle olmasını irâde ettikleri için böyle tecellî ediyorlarmış” zannıyla kutupluk izâfe eder.
Mi’râc sübjektif bir olaydır; bunu objektişeştirmek mümkün değildir. Onun için herhangi bir kimsenin evliyâ olduğunu ifâde etmek ancak bir hüsn-i zandan öteye geçemez. Filâncanın büyük bir evliyâ olduğunu şiddetle iddia edenleri bir ân için durup düşünceye sevk eden ve verilmesi gereken en iyi cevap: “Bu zâtın evliyâ olduğunu nereden biliyorsunuz? Yoksa mi’râc’a beraberce mi çıktınız?” ol-malıdır.
Bununla berâber mi’râc’ı yaşayanların bir kısmı cezbelerini söndürmek ve hem gönül ehli kimseleri mi’râc’ın künhüne âşinâ kılmak hem de mi’râc’dan sonra kavuştukları hâlete, mi’râc neş’esine işâret etmek üzere şiirlerinde, nefeslerinde, ilâhîlerinde yaşamış oldukları bu mânevî tecrübeye ve bunu izleyen devreye şu ya da bu şekilde temâs etmekten de kendilerini alıkoyamazlar. Fakat bu olay gerçekte söz kalıplarına sığmadığı, tam anlamıyla dile getirilemediği için de sadece istiârelere sığınılır. Bundan ötürü mi’râc’ı, hakkıyla, ancak yaşayan bilir. Bununla beraber bunu şiir ve nefesle dahi paylaşmaktan tevakkıy eden çok çok sırlı veliler de vardır.
Prof.Dr.Ahmed Yüksel Özemre