Message
Muhyiddîn İbn-i Arabî (ö.638/1240) tarafından sistemleştirilen ve tüm Tasavvuf dünyasında olduğu gibi, Osmanlı sûfîlerince de büyük çapta kabul gören Vahdet-i Vücûd düşüncesine göre, “varlık” (vücûd) birdir, o da Cenâb-ı Hakk’ın varlığıdır. Mükevvenât alemindeki tüm varlıklar O’nun sıfatlarının birer tecellîsi olup, Mutlak Varlık’ın taayyün ve tezahüründen ibarettir. Bu düşünceye göre, Allah Teâlâ’nın kendine özgü (sübjektif) bir “zât”ı vardır ki, O bu yönüyle kendi kendine kâimdir, vâcibdir ve kadîmdir; artma, bölünme ve değişme kabul etmez; eklî sureti yoktur, onun için “tecellî” söz konusu olmayıp, “mutlak münezzeh” durumundadır. O’nun bu yönü, Mutlak Vücûd, Zât-ı Hüviyyet, Mutlak ‘Amâ, Mutlak Gayb gibi tabirlerle ifade edilir ki, her türlü izah ve tariften varestedir. Yüce Allah’ın bir de “tecellî” ve “taayyün”e konu olan (objektif) ve mükevvenâtla ilişkili yönü vardır ki, O’nun tüm sıfat, isim ve fiilleri bu yönüyle alâkalı olup, onlarla her an tecellî etmektedir. Kâinattaki her türlü olu O’nun bu yönüyle alâkalıdır. “O her an başka bir şe’ndedir.” âyet-i kerîmesi buna işaret etmektedir. Şu halde Allah “zât”ı itibariyle yegane varlıktır ve tüm mevcûdatın “hakîkat”ini oluşturmaktadır. O’nun zâtı dışındaki tüm varlıklar, bizatihî kâim varlıklar olmayıp, Zât-ı İlâhî’nin sıfat ve isimleriyle kendini zâhirde açığa vurmasından ibarettir. Hakikî varlık (vücûd) Allah’a ait ve tek olup, diğer varlıklar O’nun tezahüründen ibarettir. O halde Allah, “zât”ı itibariyle Hak ve tek, tecellî ve taayyünâtı itibariyle mükevvenât ve çokluktur. Bir başka ifadeyle, Hak âlemin bâtını ve özü (“ayn”ı), âlem ise Hakk’ın zâhiri durumundadır.
Vahdet-i Vücûd’a göre, Allah’ın “zât”ı ile varlık alemi arasındaki bu ilişki, konuyu izaha çalışan sûfîlere göre sayı ve isimlendirme farkına rastlanmakla birlikte, “merâtib-i vücûd” (varlık mertebeleri) adı altında farklı mertebelerle izah edilmektedir. En yaygın izah tarzına göre, “merâtib-i nüzûl” (iniş mertebeleri), “seyr-i nüzûlî” (iniş seyri) veya “tenezzülât-ı seb’a” (yedi iniş mertebesi) adı altında bu konu kısaca u ekilde açıklanmaktadır:
1. Lâ taayyün mertebesi: Cenâb-ı Hakk’ın sübjektif yönü diyebileceğimiz “zât”ını oluşturan bu mertebe, asla bilinemez. Onun için, Mutlak Gayb, Mutlak ‘Amâ, Ehadiyyet, Zât-ı İlâhiyye, Vücûd-ı Mahz, Gaybların Gaybı gibi tabirlerle ifade edilir. Cenâb-ı Hak bu mertebede her türlü sıfat, isim ve oluştan münezzehtir. Bütün bunlar Zât-ı Ulûhiyyet’te yok olmuştur. Bu mertebede bir tecellîden de söz edilemez. Ancak, Yüce Allah zâtî kemâlinin bilinmesinden hoşlanmaktadır. İşte O’ndaki bu bilinme arzusu, diğer bütün varlık mertebelerinin varoluş sebebini oluşturmaktadır. Nitekim bir kudsî hadîste, “Ben gizli bir hazîne idim; bilinmekten hoşlandım, bilinmek için mahlûkâtı yarattım.” buyurulmuştur.
2. İlk taayyün mertebesi: Bu mertebe, Zât-ı İlâhî’nin varlık sahasında kendini ızhâr etme yönünde ilk harekete geçiş mertebesidir. Allah Teâlâ bu mertebede Zât’ını, sıfatlarını, isimlerini ve bütün mevcûdâtı, icmâlî olarak bilir. Bu mertebe “oluş”un ilk merhalesini teşkil eder. Bu mertebeye, Vahdet, Mutlak Vahdet, Mutlak İlim ve Hakîkat-ı Muhammediyye gibi isimler verilir. Cenab-ı Hak bu mertebede “Allah” ism-i câmi’i ile isimlenmiştir. Bu ve bundan sonraki mertebeler, mükevvenât alemiyle alâkalı olduğu için, Allah Teâlâ’nın objektif yönünü alâkadar etmektedir. Yani O’nun sübjektif yönünü oluşturan “zât”ıyla değil, sıfat, isim ve fiilleriyle ilgilidir.
3. İkinci taayyün mertebesi: Cenâb-ı Hakk’ın, Zât’ını, sıfatlarını, isimlerini ve mevcûdâtı tafsîlî olarak bilmesinin söz konusu olduğu bu mertebe ise, Vâhidiyyet, A’yân-ı Sâbite ve Hakîkat-ı İnsâniyye diye adlandırılmıştır. Bu mertebe, mümkün varlıkların kaynağı, hakîkati ve dayanağıdır.
4. Ruhlar âlemi mertebesi: Ruhlar âlemini oluşturan bu mertebede, her bir ruh kendi kaynağı olan Cenâb-ı Hakk’ı, kendini ve kendi mislini bilir.
5. Misâl âlemi mertebesi: Bu mertebe, bölünme ve parçalanmanın söz konusu olmadığı latîf mürekkeb eşyâ mertebesidir. Bu safhada, ruhlar âleminde bulunan her bir ferdin cisimler aleminde bürüneceği sûret teşekkül eder. Bu mertebeye “hayâl âlemi” de denir.
6. Şehâdet âlemi mertebesi: Bu mertebe ise, parçalanma ve bölünmenin söz konusu olduğu kesîf cisimler alemini teşkil eder. Duyularla algılanabilen mahsûsât, mükevvenât ve kesret alemini oluşturur.
Bu altı mertebeyi, yukarıdan aşağıya “lâhût âlemi” (1.ye mukabil), “ceberût âlemi” (2. ve 3.ye mukabil), “melekût âlemi” (4. ve 5.ye mukabil) ve “nâsût âlemi” (6.ya mukabil) adıyla dörde indirerek izah edenler de vardır.
Bu mertebeler baştan sona doğru, vahdetten kesrete, lâhûttan nâsûta, ulvîden süflîye, bâtından zâhire ve mânâdan maddeye doğru bir geçişi, daha doğrusu bir “iniş”i (nüzûl, tenezzül) ihtiva ederler. Bu durumda, varlık mertebelerinin en aşağı ve en süflîsi, içinde bulunduğumuz madde ve kesret âlemi olmaktadır.
7. Mertebe-i câmi’a, yani insan mertebesi: İnsan denen varlık ise, yaratılış özellikleri itibariyle bütün bu mertebeleri kendinde toplayan, nev’-i şahsına münhasır müstesna bir varlık konumundadır. Onun için bu mertebeye “mertebe-i câmi’a” denilmiştir. İnsan, bedeni ile şehâdet âlemini, rûhu ile de diğer maddî olmayan varlık mertebelerini kendinde barındırmaktadır.
Ne var ki, insan bütün bu mertebelerden geçerek kendini madde âleminin içinde bulduğunda, aslından ve hakîkatinden, yani Cenâb-ı Hak’tan uzak düşmü ve madde âleminin kıskacı altına girmiş olmaktadır.
İşte bu noktada insan, üzerinde taşıdığı ve Kur’ân-ı Kerîm’de beyan edilen “emânet” ile “nefha-i ilâhî”nin, “bezm-i elest”te Allah’a verilen sözün, “halîfe”lik vasfının ve Cenâb-ı Hakk’ın ona bahşetmiş olduğu “güzel yaratılış”ve kabiliyetlerin farkına varıp, onların gereğini yerine getirme göreviyle baş başadır. İnsanın bu yönde harekete geçerek, madde aleminin kıskacından kendini kurtarıp, buna paralel olarak, Allah’a yönelmek suretiyle, içinde barındırdığı, ancak kuvveden fiile geçmemiş olan manevî kabiliyet ve duyularını (“letâif-i rûhâniye”sini) harekete geçirmek suretiyle, süflîlikten ulviyyete ve kesretten vahdete doğru ruhsal bir yolculuk (seyir) gerçekleştirmiş olacaktır. İnsanın yaratılışının asıl amaç ve hikmeti de, bu rûhî ve manevî yolculuğu gerçekleştirmek suretiyle Cenâb-ı Hakk’ı yakînî anlamda idrak edip tanımak ve O’na vâsıl olmaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diyeyarattım.” buyurulmuştur. Böylece, Yüce Allah’ın sözü edilen varlık mertebelerini yaratmasındaki “bilinme” amacı gerçekleşmiş olacaktır.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hakk insanın dışındaki bütün mevcûdâtı insan için, insanı da kendisi için, yani kendisinin bilinmesi için yaratmıştır. Açıkçası, insan Allah’ın nazarında “gâye varlık”tır. İnsanın bütün bu varlık mertebelerinden geçerek madde aleminde kendini bulması ve yaratılış amacını gerçekleştirmek için türlü sıkıntılara katlanarak bir imtihan vermiş olmasında da elbette nice hikmetler gizlidir. Bu dünya, insanoğlunun çeşitli terbiye süreçlerinden geçerek, pişip olgunlaştığı bir dergâh ve çilehâne durumundadır. Kısacası, insanın insanlığını gerçekleştirmesi, ancak dünyada söz konusu olmaktadır.
İnsanın Allah’a vuslat istikametinde katettiği bu manevî ve ruhsal yolculuğun tasavvuf literatüründeki adı ise “seyr-i urûcî”(yükseliş seyri)dir. Biraz önce anlattığımız varlığın ortaya çıkış mertebeleri ise “seyr-i nüzûlî” (iniş seyri) olarak adlandırılmaktadır. İnsanın ruh dünyasında gerçekleşen bu yükseliş seyrinin de çeşitli basamakları vardır. Bu basamaklar da “merâtib-i nefs” (nefis mertebeleri) tabiriyle ifade edilir ve insan nefsi bu basamakları geçtikçe, aşağıdan yukarıya sırasıyla “emmâre”, “levvâme”, “mülhime”, “mutmainne”, “râzıye”, “marzıyye” ve “kâmile” vasfını kazanır. Yine bu basamaklar geçildikçe, insanın rûhânî latîfeleri olan “sadr”, “kalb”, “rûh”, “sır”, sırru’s-sır”, “hafî” ve “ahfâ”, tedrîcen ve sırasıyla aktif hale gelerek, manevî şahsiyeti gelişir, basîreti açılır ve Cenâb-ı Hakk’ı “hakka’l-yakîn” düzeyinde tanıma imkânına kavuşur. Böylece insan “ma’rifet” denilen ledünnî ilmi elde ederek Hakk’ı tanımış ve kendi aslını ve menşeini oluşturan Allah’a vasıl olmuş olur. Bu mertebeye ulaşan bahtiyarlara, Tasavvuf literatüründe “insân-ı kâmil” denir. Bu kavramın beşeriyet alemindeki tek ve gerçek temsilcisi ise Hz. Muhammed (s.a.v.) olup, diğer peygamberler, velîler ve kâmil zatlar ise O’nun temsilcileri konumundadırlar. Tüm varlık alemi her ne kadar ilâhî sıfatların tecellîsi durumunda ise de, bu tecellînin kâmil anlamda tahakkuku, insân-ı kâmillerde ve hâssaten Hz. Muhammed’de söz konusudur. İşte bundan dolayı, hadîs-i kudsîde “(Ey Rasûlüm) sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım!” buyurulmuştur.
Prof.Dr.Osman Türer