Message
Senin kendine has bir benliğin yoktur! Kâinatta var olan tek mutlak benlik “Allâh”ın benliğidir.
“Benlik Allâh’a aittir. Senin ben demeye hakkın yoktur” diyerek bunu basite indirgemişlerdir.
Yani bu varlığa “Ben” kelimesi ile işaret ettiğin zaman, o “Ben” aslında senin nefsin değil, “nefs”in hakikati olan “Rabb”indir. O yüzden denmiştir ki:
“NEFSİNİN HAKİKATİNİ BİLEN, RABBİNİ BİLİR.”
Çünkü Rabbi bilmek, nefsi bilmeye bağlıdır. Zira nefsin hakikati Rubûbiyet mertebesinden gelir.
“Nefs”, “Rubûbiyet” hakikatinden var olduğu için, mutlaka aklettiğini yapmak ister! Nefs için iyi-kötü diye bir ayırım yoktur. Çünkü aslı, Rabbanî hakikattir!.. Rab ise dilediğini yapar!..
Nefsin hakikati de Rab olduğu için nefs daima ne dilerse, kendisine ne fikir gelirse onu hemen yapmak ister. Bunun benliği kuvvetli deriz. Nefsi kuvvetli, deriz... Yani, bu kişideki Rubûbiyet zuhuru kuvvetlidir, demektir...
Yalnız Rubûbiyetin oradaki zuhur şekli bu saydığımız iki yoldan biri ile olur:
Ya vehim yollu olur...
Ya akıl yollu olur...
Vehim yollu olursa; gelen fikre tâbi olur, bu fikri genel sistem içinde, ilâhî nizam içinde düşünmeden, yerine oturtmadan, hemen geldiği gibi tatbik etmek ister.
Nefs bu durumda, kendi hakikatinden gâfil ve kendini beden olarak sandığı için, gelen istek ve arzuları hemen tatbik etmek ister ve dolayısı ile bedene dönük yaşamaya çalışır.
Hâlbuki nefs, hakikati olan Rabbanî güç ve kendi hakiki vasfı olan ilim sıfatından kaynaklanan bir şekilde; yaşadığımız sebepler âleminde, akıl yolu ile varlık üzerinde hükmünü icra etmek ister.
Şimdi bizim, aklımıza bir fikir geldiği zaman, hemen o fikri Allâh düzeni içinde, genel idare sistemi içinde yerine oturtup; bu yapacağımız işin, tabiatımıza mı dönük; varsandığımız, fakat aslında var olmayan izafî benliğimize mi dönük; yoksa kendi hakikatimizi bilmemize, Allâh’a yönelmemize, Allâh’ı tanımamıza vesile olacak bir biçimde özümüze mi dönük diye düşünüp değerlendirmemiz gerekir...
Şeytanın silahı iyi bilelim ki, fikirdir!
Çünkü bütün cinler, Merkür’ün güçlü tesiri ile beslenmişlerdir. Bu yüzden onlarda fikir çok yüksektir. Fakat bu fikri, insana kısa süreli menfaatler istikametinde kullandırırlar.
O an için senin bedeninin ve benliğinin amaçları ne ise, o doğrultuda yeni yeni fikirleri sana telkin eder ki, sen daima bedene dönük düşünesin, bedene dönük yaşayasın.
Hâlbuki akıl, seni daima maddenin ötesindeki bir boyutta kendini bulup değerlendirmeye yönelik biçimde düşünmeye sevk eder.
Çünkü akıl, çok geniş boyutta düşünür. Çok kapsamlı olarak meseleleri ele alarak, bunları birbirine bağlayarak yeni yeni sonuçlar çıkartmaya sevk eder... Bu çalışmayı yaptığın zaman otomatikman manevî âleme girersin; madde dünyasından çıkarsın!..
Ne var ki aklın, beyine gelen fikirleri her an gerektiği gibi değerlendirememesi tehlikesi vardır. Zira vehim, “nefs” üzerinde ağır basar.
İnsan için eğer şerr diye kabul edilebilecek bir şey varsa o da vehimdir. Vehimden daha şerrli bir şey yoktur!
Eğer vehmi, aklınla hükmün altına alırsan; velâyetin en üst mertebesine çıkarsın!
Eğer akıl, vehmin hükmü altına girerse; şekavetin, sapmışlığın en berbat derecesine düşersin!
Bütün evliyanın kerâmeti, vehim kuvvetinin tasarrufuyladır. Kendindeki vehim kuvvetini tasarruf altına alarak o kerâmetleri izhar eder.
Şimdi, eğer burayı anlayabiliyorsak “iman” olayının neye dayandığını çıkartabiliriz.
Kaynak : Akıl ve İman - Ahmed Hulusi