Message
Dindeki birçok izahın “mecazî” yani benzetme yollu yapılmış olduğunu bundan önceki kitap ve kasetlerimizde anlatmıştık... Şimdi “SIKMA” olayının gene mecaz yollu anlatımına bir örnek verelim, ve sonra da buradaki olaya dönelim...
Rasûlullâh, kabre konan kişinin hâliyle ilgili olarak şöyle buyurur:
“Kabir öylesine SIKTI ki, neredeyse kaburgaları birbirine geçecekti... Feryadı tâ arşa kadar yükseldi de insan bunu işitmedi!..”
Burada bahsi geçen “SIKMA”, anladığımız fiziksel mânâda bir “SIKMA” olmayıp, toprağın maddi olarak o kişinin üzerine yıkılıp “sıkması” olmayıp; çok daha farklı bir olaydır ki, bu olayın, bırakın o günleri bir yana, bugün dahi izahı son derece güçtür...
Ancak, ne var ki Allâh’ın takdiri ve kolaylaştırmasıyla elimizden geldiğince izaha çalışacağız... Çünkü bizim varoluş görevimiz de, bugüne kadar dinde izah edilememiş hususları olabildiğince anlaşılır hâle getirmektir...
“İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda detaylı bir şekilde izah ettiğimiz üzere, insan beyni, dinde “melek” diye tanımlanan ve “nûr” yapılı olarak tarif edilen son derece yüksek frekanslı ışınsal varlıklar tarafından belli bir programlamaya tâbi tutularak, Allâh’ın isimlerinin çeşitli formüller şeklinde açığa çıkmasını sağlarlar...
Bizler, genetik yoldan bize ulaşan tüm verilerin, kozmik yoldan oluşturulan kapasitedeki anlamlar ölçüsünde ortaya çıkışıyla elde ettiğimiz zihinsel yetenek ile yaşarız...
Beyin hücrelerimizin her biri belirli anlamlar ihtiva eden belirli frekanslarla programlanarak yeni düşünsel anlamlara sahip olur; ya da genetik yoldan gelen verilerin ortaya çıkışına yolverir...
Esasen bizden ortaya çıkan ya da çıkmayıp zihnimizde kalan her düşünce, gerçekte, Allâh isimleriyle işaret edilen kavramların beynimizdeki bir terkibidir! Ve bu terkip, az önce de bahsettiğim üzere, genetik + kozmik etkiler yani melekî tesirler sonucunda oluşur!
“İnsan” ismiyle tanımlanan varlıklar, tümüyle birer “isimler terkibi” olduğu gibi, varlığını algılayabildiğimiz ya da algılayamadığımız tüm varlıklar ve elbette ki “melek”ler dahi birer “Esmâ terkipleri”dirler!..
İşbu sebeple;
Bir “Esmâ terkibi” olan ve varlığındaki ağırlıklı isimlerin anlamları dolayısıyla da seçilmiş kişilerin beyinlerinde gerekli programlamayı yaparak onları “okuyamamaktan” kurtarıp “OKUR” hâle getiren Cebrâil (aleyhisselâm), Hz. Muhammed’i “SIKTI”!
Yani, Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın beynine “Aliym”, “Basıyr”, “Hakiym”, “Fettah”, “Muhyi” gibi bir kısım “isimlerin frekansından impulslar” göndererek, bu yolda açılım oluşturdu!.. Esasen bu “Rabbanî isimlerin frekansı”, herkes gibi, doğuştan O’nun yapısında da mevcuttu... Ancak, yapısını oluşturan “terkip içindeki” oranı Nebilik kemâlâtını ortaya koymak için yeterli değildi!
Cebrâil’in müdahalesi ile, bu isimlerin beyindeki oranı, son Nebi’nin açıklaması gerekli olan kemâlâta yeterli kapasiteye dönüştürülüyordu.
Bu etki sonucu beyinde meydana gelen yüksek faaliyet ise kişi tarafından ancak “SIKMAK” diye tanımlanabilirdi.
İşte bu “SIKMA”; yani “beyne gönderilen impuls sonucu oluşturulan yeni açılımlar” neticesinde Hz. Muhammed “OKU”MAYA başladı...
İşte bu duruma işaret eden âyetler:
“OKU!.. RABBİNİN İSMİYLE İŞARET EDİLEN MÂNÂLAR ÖZÜNDE OLARAK HALKOLDUN!.. Kİ PIHTILAŞMIŞ KANDAN İNSAN MEYDANA GELMİŞTİR... OKU!.. RABBİN EKREMDİR... Kİ O YÜZDEN KALEMLE BİLDİRMİŞTİR... İNSANA BİLMEDİKLERİNİ TALİM ETMİŞTİR...”
Burada hemen akla şu soru geliyor... “KALEM” nedir?..
“OKU”mak yazıp-çizmeyle alâkalı olamadığına göre, yazan “KALEM” acaba neydi?
Meşhur müfessir Fahreddin Razi, “KALEM, akıldır” der... Bu konuda şu işaret-i Rasûlullâh meşhurdur:
“Haberiniz olsun ki, Allâh ilk halkettiğinde, kalemi halketti; de ona;
- Yaz! dedi...
- Yâ Rab ne yazayım, diye sordu...
- Kaderi yaz... dedi.
İşte o saatte kalem, olmuş ve ebeden olacak her şeyi yazdı...”
Burada bahsedilen “Kalem” tasavvufta tahkike ermişlere göre “İnsan-ı Kâmil”dir... Bu “İnsan-ı Kâmil”in aklına “Akl-ı Evvel”, ruhuna “Ruh-u Muhammedî”, derler... “Hakikat-i Muhammedî” ismiyle işaret edilen dahi budur!
Diğer taraftan şu âyeti hatırlayalım:
“DE Kİ: ‘ALLÂH’IN BİZE YAZDIĞINDAN BAŞKASI, ASLA BİZE ERİŞMEYECEKTİR!..’” (9.Tevbe: 51)
Yazan “Kalem”dir; fakat “ALLÂH” kendine izafe etmektedir; çünkü “Kalem” O’nun varlığıyla kaîm ve daimdir... Tıpkı, “SEN ATMADIN, ATAN ALLÂH’TI” âyetinde olduğu gibi... İşte tasavvufta “MÂİYET SIRRI” denen hususu bu gibi âyetler tanımlamaktadır.
Çağdaş tanımlama ile, evrende var olmuş ve olacak her şeyi meydana getiren “Kalem”e günümüzde bir kısım çevrelerce “KOZMİK BİLİNÇ” denilmektedir!
Yani, “İLİM SIFATININ MAZHARI” olan “SALT ŞUUR”!..
İşte bu “TALİM ETTİ”...
“SONRA ÂDEM’E (Esmâ’nın programlanışı, Esmâ bileşiminin açığa çıkışıyla yoktan var edilene) BÜTÜN ESMÂ’YI (Esmâ ül Hüsnâ’sının anlamlarını açığa çıkarmayı ve kavramayı) TALİM ETTİ (programladı)…” (2.Bakara: 31)
Âdem’e isimlerin tümünün talim edilmesinden murat, hiç şüphesiz ki Âdem’in Allâh’ın isimlerinin mazharı olarak ortaya çıkışıdır!
Ancak ne var ki, bütün bu isimler insanın yapısında bir terkip hâlindedir... Kimi isimlerin mânâları daha güçlü ve kimi isimlerin mânâları da daha zayıf olarak...
İşte bu isimlerin mânâlarının kişinin yapısında mevcut olmasına yukarıdaki âyette “BismiRabbik” ifadesiyle işaret edilmiştir...
Kaynak : Hz.Muhammed Neyi "OKU"du? - Ahmed Hulusi