Message
Kılınan namaz, genelde pek çoğumuzun her gün kılmakta olduğu namazlardır... Namaza durur, okunması gerekli olanları, bir çoğumuz mânâlarını dahi bilmeden okur, gerekli hareketleri yaparak ibadetimizi tamamlarız... Bu arada aklımıza çeşitli olmadık fikirler de gelebilir, ve elde olmaksızın onları düşünebiliriz... Bu kılınan namazın faydası, öncelikle emre uymanın getirdiği imanı kuvveden fiile dönüştürmektir...
İkinci olarak kazanç, namaz içinde okunanların farkında olmasak dahi, bu mânâ ve enerjinin (nûrun) beyin tarafından ışınsal enerjiye çevrilerek ruha yüklenmesi, böylece kişinin “nûrunun” artmasıdır.
Bu sebepledir ki, “Ben namazın tam hakkını veremiyorum; öyle ise hiç kılmayayım” diyerek terk etmek, kişi için çok büyük kayıptır!..
Maalesef, namazın “ikamesi” denen husus, günümüzde namaz “kılınmasına” dönüşmüştür!.. Yani, genelde edâ edilen namaz, “ikame” derecesinden, “kılınma” derecesine inmiştir!..
Hâlbuki namazın “ikamesi” ile “Mi’râc” hâsıl olur!..
Nitekim Rasûlullâh (aleyhisselâm) şöyle buyurur:
“Namaz müminin mi’râcıdır!..”
Namazın “müminin mi’râcı olması” kişinin Allâh’a vuslatı demektir!..
“Varsaydığın” benliğinin “yok”luğunu müşahede ile “ALLÂH BÂKÎ’DİR” diyebilmendir.
Eğer ki sen, namaz hâlinde, namazın hakkını veremiyorsan, henüz namazı “ikame” edemiyorsun demektir... Zira namazın hakkını vermenin en alt derecesi “İHSAN” hâlidir...
Namazda “ihsan” derecesini Efendimiz (aleyhisselâm) şöyle anlatıyor:
“Sen Allâh’ı göremiyorsan dahi, Allâh seni görüyor olarak düşünüp, namazını böylece edâ etmendir İHSAN!..”
Bunu da, basit bir dille, “Allâh’ın huzuruna çıkmak” diye dilimize çevirmişler.
Hâlbuki, sadece namazda değil, her an O’nun huzurundasın!.. Her an O’nun huzurunda iken, bundan gaflet edip; sadece namazda O’nun huzuruna girmeyi kabullenmek, son derece önemli bir “SAPMA”dır!..
“Namazdasın, Allâh’ın huzuruna çıktın…” demek son derece fahiş bir yanlıştır!.. Küfre kapı açan bir yoldur bu düşünce!.. Niye?..
Çünkü, namazın dışında iken, O’nun huzurunda değilsin, o bulunduğun yerde O yok(!)... Seni görmüyor, bilmiyor; ötelerde bir yerde oturuyor da; sen namaza durunca O’nun huzuruna gidiyorsun, giriyorsun!!! Olmaz böyle şey!..
Bu “sapmış” düşüncenin kişiyi getirdiği nokta, Allâh’ı inkâr ve ötede, tepede, uzakta bir yerde ya da boyutta, bir “tanrı” kavramını kabullenmedir!..
İşte bu sebepledir ki, bu hususu iyi anlamak ve değerlendirmek zorundayız...
“Namaz dinin direğidir!”...
Buyuruyor Rasûlullâh (aleyhisselâm)... Niçin?..
“Namaz dinin direğidir” deniyorsa şayet; önce anlamak gerek... Nedir dinin direği?.. “NAMAZ”!.. Nedir “NAMAZ”..? Ki “ikame” oluna...
İkame olunan namaz ise “HUŞÛ” ile edâ edilen “namaz”dır!.. Bu kişilerden “namazlarında haşyet hâlindedirler” denerek söz edilir!..
“Haşyet”, bilelim ki “korku” değildir...
“Korku”, kişinin zarar göreceği bir şey karşısında “eyvah ne yaparım” duygusudur...
“Haşyet” ise, karşılaşılan azamet, ihtişam, yücelik, olağandışılık, ve daha birçok bu tür tanımlamanın getirdiği ulvîlik önünde; aczini, yetersizliğini ve nihayet “hiçliğini” hissetme hâlidir... Bu hissediş, “haşyet duyma” olarak tanımlanır...
“Namaz”daki “haşyet”e gelince...
Basîret sahibi bir kişinin “haşyet” hâlini hissetmesi için “ALLÂHU EKBER” sözcüğünün mânâsını tefekkür etmesi yeterlidir!..
Ancak, isterseniz bu hususu biraz daha sonraya bırakıp, namaz öncesi gerekli olan hazırlıktan söz edelim; “huşû ile namazın ikamesi” için...
Dindeki tâbirleriyle namazın tamam olması için şu şartlar gereklidir... Necâsetten taharet, hadesten taharet, setri avret, vakit, niyet, kıbleye yöneliş...
Bu altıya bir altı şart da namaz içi olarak eklenir: iftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rükû, sücud, teşehhüd miktarı ka’dei âhire...
Şimdi bu toplam on iki şartı kısaca açıklayalım...
Necâsetten taharet, pislikten arınmaktır... Görünür ve görünmez olmak üzere iki türlü “necîs” yani “pislik” vardır...
Görünür olanı malûm; büyüğüyle, küçüğüyle...
Görünmez olanı ise daha mühimdir ki, Kur’ân-ı Kerîm bu pisliği “ŞİRK” olarak açıklamış ve “ŞİRK EHLİ, NECÎSTİR” hükmünü duyurmuştur!
Kişinin namaza yönelmesi için önce “ŞİRK”ten arınması gerekmektedir...
“Şirk”, iki türlüdür; gizli şirk ve açık şirk!..
Ancak şu da var ki, kişinin, ALLÂH İsmiyle İşaret Edilen Zât’ın varlığını anlamadan, gökte tasavvur ettiği bir tanrıya yönelmesi, ona ne dereceye kadar yarar sağlar, bunun da üzerinde düşünmek gerekir sanırım...
İkinci şart hadesten taharet yani abdest almak idi... Maddisi suyla olur, ya da toprağa teyemmüm ile... İcabında bir bardak suyla abdest alınabildiğine; teyemmümde, yüze toprak sürüldüğüne ve toprak sürülen bir yüze de temizlenmiş diyemeyeceğimize göre, bundan anlaşılmaktadır ki, abdestin maddi yönü temizlik gayesine bağlı değildir...
Öyle ise, niçin abdest almaktayız?
Manevî mânâda abdest ise, duyularından ve organlarından sâdır olan fiillerden; yani bunları kendi yarattığını sanıp kendine mâl etmekten arınmaktır...
Her şey bir hikmete dayalı olarak Hak tarafından yaratılmaktadır; diyebilmektir!..
Ve hatta, idrak edebiliyorsan eğer, Hakk’ı hikmetle kayıtlamaktan dahi kaçınmaktır!..
Setri avrete gelince... Genel anlamıyla, avret kabul edilen yerleri namazda örtmek demektir. Erkek ve kadınlar için farklıdır!..
Düşünsel boyuttaki setri avret için beşerî şartlanmaların, değer yargılarının ve duyguların üzerine şal atarak; objektif olarak Allâh ilmine açık olmak gerekir... Bu yapıldığı zaman, “benlik” kavramı örtülmüş olur!.. Zira, “benlik” insanın ayıp yeridir; ki atılamıyorsa dahi, hiç olmazsa örtülmelidir...
Vakit, namazın gerçekleşmesi için gerekli olan bir husustur. Hangi vaktin içinde iseniz, o vaktin namazını kılabilirsiniz ancak!.. O vaktin namazı dışında kıldığınız tüm namazlar “yararlı” namazlar sınıfındadır...
Zâhirde, namazın bilinen beş vakti vardır... Derinlik mânâsı itibarıyla vaktin girmesi ise; kişinin “benlik”ten arınmasıyla huzurullâhta “benliksiz” olarak yer almasıdır!..
Niyet, kişinin namaza hazırlanma düşüncesidir... Yöneliştir... Karardır... Hedef Allâh’ta yokluğunu fark edip; dilinde okuyanın “O” olmasıdır!..
İstikbali kıble, Kâbetullâh’a yönelmedir... Derinliği itibarıyla ise; Özündeki Allâh’a yöneliştir ki; tüm özlerde mevcut olan O’dur!.. Hakiki fâile yöneliştir... “Yok” olan “benliğin”deki “gerçek vücud sahibini” hissediştir!..
Mutlak Gayb olan “ALLÂH” indînde “HİÇ”liğini fark ediştir!.. Ki böylece namaz başlar...
Gelelim namazın gerçekleşmesi için gerekli şartlara...
İftitah tekbirine... “ALLÂHU EKBER” diyebilmek şarttır namaza başlamak için!.. Şayet kişi, “Allâhu Ekber” diyebilirse; içinde bulunduğu Dünya’yı, galaksiyi, uzayın sonsuz büyüklüğünü ve milyar kere milyarlarca yıldızdan oluşmuş galaksiyi hissedebilir ve muhteşem sonsuzluk içinde kendi yerini düşünürse; sonra da o muhteşem sonsuzluğu Yaratan Yüce Zât’ın hafsalalar ötesi azamet ve kibriyâsını fark ederse... Namaza başlamış olur!..
İşte bu hâl, kişide “haşyet” duygusunu oluşturur ki, birçokları titrer ve kendinden geçer!.. “Benliği” bir anda eriyip gider; ve o yokluk içinde “Besmele” çekilip “Fâtiha” okunur ki; artık okuyan kendi olmaz!.. “ALLÂH KENDİSİNE HAMD EDER” o dilde!.. “Attığında sen atmadın, atan ALLÂH’tı” hükmünce!..
Bu “Mİ’RÂC” olan namaz hâli, kişiyi “vusta” olan “orta namaz” hâline, yani namazın “özüne” erdirmiştir!..
Varlığında “kaîm” olan “Kayyum”u müşahede eder... “Kıraat” kelâmın sahibinden gelir!..
Rükû, belden öne eğilmedir... “Okuyan” önünde, haşyet içinde boyun bükülür, bel kırılır... Tüm varlığın, “Okuyanın” hükmü altında varoluş görevlerini yerine getirmek suretiyle “kulluklarını” yerine getirdikleri tespit edilir!..
Bu eğilişe karşılık “Kıraat sahibi” dilinden seslenir;
“Semi Allâhu limen Hamideh”
“Hamd edenin hamdını Allâh algılamıştır”!..
Nasıl algılamaz ki, zaten söyleyen kendisiydi! Ama, bunu söyleyen dil, “kul”dadır!..
Ve rükûdan kalkılır;
“Lekel hamd!.. Kemâ yenbağıy licelâli vechike ve liazîmi sultanik!..”
“Hamd sana aittir!.. Vechinin celâlini ve saltanatının azametini hakkıyla değerlendirmekten âcizim!..” denir.
Bunu hisseden ve dile getiren Rasûlullâh (aleyhisselâm)’a uyarak...
Ve bu acziyet ile “yokluğa” uzanılır; “secde” edilir!.. Bu “secde”de tüm varlığın vücudunun “ALLÂH” indînde “yok”luğu hissedilir ve müşahede edilir...
Secdeden kalkılır, oturulur ve bu oturuşta, secdede yaşanılan sonucu olarak şöyle denilir:
“Va’fuanna, vağfirlena, verhamna!”
“Acı bize; bağışla; merhametini ihsan et”...
Ve sonra ikinci defa “secde”ye gidilir...
Tüm varlığın “ALLÂH” indînde “yok”luğunu müşahede eden de bu defa “yok” olmuştur!.. “HİÇ”lik tahakkuk etmiştir!..
Secdeden kalkılıp, oturulur ve sesleniş yükselir:
“Et tahıyyatu lillâh, ves salâvatu vet tayyibat!..”
Cevap ise Rabbindendir, “özündeki Hakikat-i Muhammedî”ye hitaben:
“Es selâmu aleyke yâ eyyühen nebiyyü, ve rahmetullâhi, ve berekatuh!”
Selâm, dalga dalga yayılır “özündeki Hakikat-i Muhammedî”den “kulluk” görevini yerine getirmekte olan tüm “sâlih”lere... “benliğinden kurtulmak suretiyle tüm SALÂHA ermişlere”...
“SELÂM, üzerimize ve ‘kulluk’ ifa etmekte olanların içindeki tüm ‘sâlih’leredir!..”
Ve böylece, müşahedemizden anlatabileceğimiz kadarıyla “müminin mi’râcı” olan namaz gerçekleşir...
Şayet, bu yaşanılanlar, o kısa süreçten taşar, tüm zamanlara yayılırsa... İşte o vakit, bu “daimî namaz” adını alır; ve bu tâbirle, kişide yaşanılanın sürekli o müşahede hâli olduğuna işaret edilir... ALLÂH bu hâle hidâyet ede!..
Ancak, sırası gelmişken, burada çok önemli bir konuda uyarıda bulunmak istiyorum!
Kişi, namazı derinliği itibarıyla hangi mertebeden “ikame” ederse etsin; kesinlikle bedenen yapılan uygulamadan da geri kalmamalıdır...
Nasıl, benim yemeğim yenmiştir, deyip yemek yemeden duramıyorsak... Aynı şekilde, benim namazım kılınmıştır, gerekçesini de kabul edemeyiz...
Zira bedenen uygulanan namazın yeri ve getirileri ayrıdır; bilinç boyutunda yaşanan namazın getirileri ayrıdır... Hiçbiri, diğerinin yerini asla tutmaz!..
Unutmayalım ki, bu Dünya’da bir beden koşullarımız mevcuttur, bir de bilinç... Aynı tarzda, ölüm ötesindeki tüm aşamalarda da yine bir “beden” yapımız olacaktır, bir de “bilinç”...
Bizim bunlardan herhangi birini ihmâl etmemiz, aynen burada olduğu gibi, gelecekte de hatamızın neticelerine katlanma zorunluluğunu getirecektir...
“Ârifi Billâh” olmayanlar, yani “B” sırrıyla “OKU”yamayanlar, genellikle bâtının nûrlarıyla zâhirden perdelenirler!.. Yani, müşahede ettikleri sırların kendilerinde oluşturduğu mânâlarının bilinçlerini kapsaması sebebiyle, yaşanılan gerçekleri gözden kaçırırlar!..
İşte bu durumdakilerin yanlış davranışlara sapmamaları için, geçmişte yaşamış “öze ermişleri” örnek alıp, en azından onları taklit ederek yollarına devam etmeleri gerekir...
Ki böylece Allâh marifeti yolunda ilerlemelerine devam etsinler... Aksi takdirde, belli bir müşahedede kilitlenirler ve ötesindeki hayal bile edemedikleri sonsuz marifetten mahrum kalırlar!..
Kaynak : Hz.Muhammed Neyi "OKU"du? - Ahmed Hulusi