Message
İslâm Dini’ne iman etmiş, dolayısıyla İslâm’ın bildirdiği Allâh’a, Rasûlüne, meleklere, kitaplara, diğer Nebi ve Rasûllere, âhiret gününe, hesap ve kitaba, yeniden dirileceğine iman etmiş bir kişinin ilerlemesi nasıl oluyor?..
Bu ilerlemeyi, tekâmülü, Allâh’a ulaştıran basamakları, bazıları yedi mertebeye ayırıyor, bazıları üç mertebeye ayırıyor, bazıları dört mertebeye ayırıyor. Bu ayırım çeşitli kişilerde çeşitli tasniflere tâbi tutulmuş.
Baştan alalım...
Yediye ayıranlar: Emmâre, Levvâme, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiye ve Sâfiye olarak ayırmışlar.
Dörde ayıranlar: Emmâre, Levvâme, Mülhime ve Mutmainne olarak ayırmışlar.
Üçe ayıranlar: Levvâme, Mülhime, Mutmainne demişler; Emmâreyi zaten hiç saymamışlar!..
Emmârenin sayılmamasının nedeni:
Emmâre; emredenden geliyor. Emmâre, emredici nefs demektir!
Emmâre emredici nefs demekse, nefs emrediyor! Emreden kim?.. “Nefs” isminin arkasında o fiile emreden, onun terkibi yani emreden, “Rabbi” oluyor!.. Rabbine uymuş oluyor!..
Daha evvelki bahislerde, nefsin hakikatinin Rubûbiyetten yaratılmış olduğunu, Rubûbiyetten meydana gelmiş olduğunu anlatmıştık!..
Rubûbiyetten meydana gelişi, ilâhî isimlerin terkibi oluşu sebebiyle; herkeste, her insanda, her hayvanda, her canlıda zaten bu emretme hâli söz konusu. Dolayısıyla bütün canlılarda bu hâl söz konusu olduğu için, bunu bir sınıf, bir derece, bir mertebe olarak ele almamışlar hiç. Ve Levvâmeden başlamışlar bir kısmı.
Levvâme, “levm” kökünden geliyor. Kendi kendine levm eden yani kendisinin, Allâh’ın kulu olduğunu, Allâh’a kulluk etmek için bu Dünya’da var olduğunu; fakat bu kulluğunu hakkıyla yerine getirememesinden dolayı da pişmanlığa düşme hâlini yaşayana, nedamet içinde olana, tarif sadedinde “levvâme nefs” denmiş. Kendi kendini, yaptığı eksik, noksan tabiatına uyma hâlleri dolayısıyla kötüleyen nefs, mânâsınadır.
Eğer bu daha ileri bir noktaya giderse… Bu kişi belli çalışmalar yapar, bu belli çalışmalarının sonunda belli hakikatleri idrak etme durumuna geçer; belli ilhamlar alırsa... Bu aldığı ilhamlar neticesinde, kendisinin müstakil bir varlık olmayıp, kendi varlığı ile kaîm bir varlık olmayıp; Allâh’ın varlığı ile kendi varlığının kaîm olduğunu; kendi benliğinin, ilâhî isimlerin bileşimi olarak meydana geldiğini; kendi varlığının netice olarak Hakk’ın varlığına dayandığını, Hakk’ın varlığı olduğunu; “ben” diye bir şeyin olmadığını idrak ederse, o zaman bu nefs, “mülhime nefs”tir deniyor.
Ancak burada çok önemli bir nokta oluşuyor...
Burada, “küfrü hakiki” diye tarif ettikleri; “taklidî imandan” sonra gelen “tahkikî küfür” dedikleri bir noktaya ulaşıyor.
Burada kişi, kendi varlığının Hakk’ın varlığı olduğunu müşahede edince:
“Artık ben yokum; var olan Hak!.. Hak da dilediğini yapar, hiçbir şeyle kayıtlı değildir. Öyleyse ben namaz kılmam veya oruç tutmam veya başka birtakım fiiller yaparım ve yaptığımdan da mesûl değilim” anlayışı içine giriyor. İşte bu, mülhimenin idrakının, mülhimenin müşahedesinin tabii sonucu.
Yalnız burada dikkat gerek, kişi herhangi bir şeyhe bağlı olup da, şeyhinin öğretisine riayet suretiyle burayı kabulleniyorsa; bu kabullenme idrak olmaz!.. Çünkü gerçekten “Hak” olduğunu idrak ettiği zaman, artık bağlanacak, tâbi olacak birisi, şeyhi kalmaz!.. Kalmışsa, daha Hakk’ı idrak etmemiştir!..
Ama, idrak ettim, der; hem de bağlıdır!.. Olabilir. Böylesi de olur!.. Ama hakikatiyle, meseleye bakarsak, böyle bir şey olmaz! Bağlılık diye bir şey kalmaz!..
İşte, buradaki bu ilhamlarının, müşahedelerinin neticesinde, eğer meseleyi daha da bir tahkik yoluna giderse; o zaman görür ki, kendindeki ilâhî isimler, yani “Hak” oluşu bir terkip yönüyledir!..
Yani, kendindeki belli isimler, çeşitli anlarda, kendinde olan mânâları meydana getirecek bir biçimde, bir terkip şekliyle, o fiilleri meydana getiriyor.
Allâh’ta ise, bu isimler terkip yönüyle değil, mutlakiyeti yönüyle mevcuttur!
Bunu müşahede edebilirse, o zaman Cenâb-ı Hak ona, “Mutmainne nefs” olma yolunu açmış demektir!.. Niçin?..
Kendi varlığının ilâhî isimlerin bir terkibi şekliyle var olduğunu gördüğü zaman, bu isimlerin hepsini, dilediği anda, dilediği şekilde, dilediği biçimde kullanamadığını müşahede edecektir!.. Bütün isimlere dilediği anda dilediği şekilde bürünemediğini, bu isimlerde tasarruf edemediğini görecektir. İsimlerin onun varlığına hâkim olduğunu görecektir!..
O zaman, hem varlığının “Hak” olduğunu kabullenecek; hem de ilâhî emirlere kulak vermek mecburiyetinde kalacaktır!..
Rasûlullâh’a kulak verecektir. Allâh Rasûlü, ilâhî emirleri tebliğ etmiştir. Bu tebliğ kapsamında, Ulûhiyet mertebesinin, isimler mertebesine sâri olduğu gibi; sıfat mertebesini ve Zât mertebesini de içine alan bir mertebe olduğunu görecek; dolayısıyla, o isimlerin ait olduğu varlığın, dilediği gibi isimlere bürünebilme durumunda olduğunu idrak edecektir.
Oysa kendisinde bu isimler dilendiği gibi o anda zuhur ediyor!.. Ve böylece kendisinin, bir isim terkibi olduğunu müşahede edecek ve bu terkibiyetinin neticesinde de belli bir tabiatı, belli bir huyu, belli bir kişiliği, yapısı, davranışları olduğunu hissedecektir.
Ancak bundan ilâhî emirlere uymak suretiyle yani Rasûlullâh’a tam anlamıyla tâbi olmak suretiyle, isimlerin terkibiyet kaydının dışına çıkıp, Allâh’a vâsıl olabileceğini; bundan sonra Allâh’a vâsıl olmanın mümkün olduğunu görebilecek, anlayabilecektir.
İşte bu serbestlikten, bu bağımsız anlayıştan sonra yeniden Hz. Rasûlullâh’ın bildirdiği bütün emirlere tâbi olmak yoluna gidecektir.
Duyguların ve tabiatın hükmü altında iken, velîsi, Rabbi idi. Kendi terkibini meydana getiren isimlerdi!..
Hâlbuki şimdi velîsi, Allâh oldu!..
Velîsinin Allâh olması, Allâh ahlâkıyla ahlâklanmaya başlaması demektir!
İşte böylece Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya başladığı andan itibaren “mutmainne nefs” olur. Yani Allâh’ın varlığına itminan hâsıl olmuş, Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya başlamıştır.
Bundan sonraki Radiye, Mardiye, Sâfiye denilen hâller, bu itminanın sonucu olan hâllerdir. Ayrı ayrı nefs hâlleri değildir, ayrı nefs idrakı değildir, diyor bazı ehlullâh.
“Levvâme”deki benliğini anlayış farklı, “Mülhime”deki farklı ve “Mülhime”ye göre “Mutmainne” farklı; ama “Mutmainne”den sonrakinde artık temelde fark yok.
Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanma durumu söz konusu.
Ama Allâh ahlâkıyla ne derecede ahlâklanabilirse, o derecede genişleme söz konusu!.. Allâh’ı o ölçüde tanıyabilme söz konusu!..
O an’a kadar, Allâh’ı tanıyabilme söz konusu değil!.. O an’a kadar, Rabbini tanıma söz konusu!..
Ancak Mutmainne’de Allâh’ı tanıma, “isimleri yolu” ile açılıyor.
Artık o yolda ne kadar gidebilirse!..
Onun ötesindeki Radiye ve Mardiye hâlleri diye anlatılan şeyse, Radiye’de kendisinin isimler kaydından çıkması ve isimler mertebesinde kendini bulması; Mardiye’de sıfat mertebesiyle kendini bulması, hakiki benliğiyle kendini müşahede edebilmesi!.. Yani, Rabbi yönünden değil, Rahmâniyet yönünden kendini tanıması idrak etmesi, diyerek Mardiye tarif ediliyor!
Sâfiye’nin hâlini zaten ne tarif edebiliriz ne konuşabiliriz!.. O Zât mertebesidir! Zât tecellisidir!.. Zât hakkında zaten konuşulmaz!.. Zât hakkında konuşulmadığına, anlaşılmadığına göre, onun tecellisi nasıl olur bu da konuşulamaz! Dolayısıyla Sâfiye hakkında söz etmek muhaldir!
Öyleyse esas olarak kendini bilmenin üç derecesi var. Birincisi Levvâme, ikincisi Mülhime, üçüncüsü Mutmainne hâlleri.
“Mutmainne”ye kadar olan biliş, Rabbini tek olarak biliş, Rabbini biliş neticesi. “Mülhime”de ilhamî hitaplar gelmeye başlıyor. Değişik ilhamlar arasında ilâhî olanlar da mevcut! İlâhî olan hitabı almaya başlarsa, o zaman Mutmainne’ye yönelmek zarureti hâsıl oluyor.
“Mülhime”de Rabbanî hitaplardan ilâhî hitaplara yönelme durumu söz konusu! Ancak, ilâhî hitaplarda itminan hâsıl olursa, o zaman işte “Mutmainne nefs” oluyor ve neticesinde de “Velîullâh” oluyor, yani “velîsi Allâh” oluyor. Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya başlıyor!.. Ve “Allâh ehli” olma yolu açılıyor. “Ehlullâh” olma yolu açılıyor.
Bu arada hemen şu önemli noktayı vurgulayalım:
Velâyet, Allâh’ı tanıma işidir. Allâh’ı tanımanın ise tek yolu “Vahdet” sırrına ermektir. Şükür, rıza, fakr, muhabbet ancak “vahdete” götüren basamaklardır.
Bunların neticesinde “Vahdet” oluşmuş ise, “velî”lik kapısı açılır!.. “Vahdet” sırrına erişmemiş velî olmaz!..
Tasavvuf bütünüyle “vahdet” sırrına yönelme işidir!.. Kişilikten, benlikten, kendini bir birim olarak kabullenme hâlinden kurtulup, vahdet deryasına garkolmadan Allâh bilinmez!.. Allâh, böylece bilinmeyince de “velîlik” oluşmaz.
Halk; kişinin ameline, davranışına, sözüne bakarak, kendisinden ileride olana hemen “velîlik” etiketini takıverir!..
Oysa gerçekten, o kişinin “velî” olabilmesi için, o kişide mutlaka “vahdet” sırrının yaşanmış olması ve “Allâh ahlâkıyla ahlâklanmış” olması ve bu yolla Allâh’ın bilinmiş olması mecburiyeti vardır.
Zaten daha “Mülhime”de bu husus kişiye açılmaya başlar. Mutmainnede de “Tevhid” tümüyle yaşanır.
“Tevhid”in “Vahdet”e dönüşmesi ise ancak “Mardiye”de hâsıl olur.
Kaynak : İnsan ve Sırları - Ahmed Hulusi