Message
Pribram’ın teorisine göre, dünyayı incelediğimizde “dışarıda” bulunan sopa ve taşlardan çok daha derin bir alanda, çok fazla şeyin olup bittiğini görebilirdik. Beynimiz ilk önce kendisiyle ve bedenin geri kalanıyla kelimeler ya da görüntüler ya da kimyasal tepkilerle şeklinde değil, daha çok dalga etkileşimi şeklinde konuşuyordu; faz, yoğunluk ve frekansın lisanıyla ‘ışık alanı’. Bir maddeyi, onunla birlikte titreşerek, onunla uyumlanarak, benzer titreşime girerek algılarız. Dünyayı bilmek, onun dalga boyunda olmak demektir.
Beynin bir piyano olduğunu düşünün. Dünyadaki herhangi bir şeyi gözlemlediğimizde, beynin belirli bölgeleri onunla aynı frekansta titreşmeye başlar. Dikkatin herhangi bir yerinde beynimiz sadece belirli notalara basar. Bunlar da belirli uzunluk ve frekansların iplerini çeker. Daha sonra bu bilgi, beynin elektrokimyasal devreleri tarafından sadece devrelerin titreşimleri olarak alınır ve en sonunda da tüm piyanoda titreşip ses bulur.
Pribram’ın söylediğine göre, bir şeye baktığımızda kafamızın arkasında ya da retinamızın gerisinde onu “görmüyorduk”, gördüğümüz üç boyutluydu ve dünyanın içindeydi. Biz objenin görüntüsünü yaratıyor ve boşluğa tekrar yolluyor olmalıydık, objenin aynı olması gereken yerde. Böylece de objenin bulunduğu yerle projeksiyon çelişmemekteydi. Bir şekilde gözlemlemekle zamansız, mekansız etkileşim şekillerini ölçülebilen, somut zaman ve mekana transfer etmekteydik. Gözünüzün önünde serilmiş duran dünyaya. Zamanı ve mekanı retinamızın yüzeyinde yaratmaktayız. Hologramlarda olduğu gibi, gözün lensi belirli etkileşim şekillerini seçer ve daha sonra onları üç boyutlu görüntülere dönüştürür. Böylece beyninizde bir yerde değil ama gerçekten orada olan bir elmaya uzanıp, ona dokunabiliyor olmanız bu tarz bir görsel projeksiyonun sağladığı bir şeydir. Eğer uzaya sürekli görüntü projeksiyonu yapıyorsak, dünyayı gördüğümüz şekil de tamamen bir görsel yaratımdır.
Pribram’ın teorisine göre, bir şeyi ilk kez fark ettiğinizde, beyninizde bulunan bazı nöronlar belirli bir frekansta titreşmeye başlar. Bu nöronlar, diğer bir grup nörona bu bilgi hakkında bilgi tranfer etmeye başlarlar. İkinci nöron grubu, bu titreşimlerin Fourier çevirisini yapar ve ortaya çıkan sonucu üçüncü nöron grubuna havale eder. Sonuçta da bir çanağın tepesinde duran elmanın sanal görüntüsünü yaratmış olursunuz. Bu üç aşamalı proses, beynin farklı şeyler arasında ilişki kurmasını çok daha kolay bir hale getiriyordu kısa yoldan dalga ilişkilendirmesiyle uğraştığınızda çok kolay elde edilirken, gerçek hayat imajlarında çok garip gelmekteydi.
Gördükten sonra, Pribram, beynin bu bilgiyi kısa yoldan dalga frekansında prosesten geçirdiğini, bulunan ağla da bunu beyinde karıştırarak yaydığı sonucuna vardı. Bu aynı, yöresel bölge ağının tüm önemli verileri ofisteki tüm çalışanlara kopyalayıp, dağıtmasına benzetilebilirdi. Hafızanın dalga etkileşim şekilleriyle kaydediliyor olması çok etkiliydi. Ve bu da insan hafızasının ne kadar geniş olduğunu gözler önüne seriyordu. Dalgalar inanılmayacak çoklukta bilgi kaydedebilirler 280 kuantrilyondan (280.000.000.000.000.000.000) çok daha fazla bilgi parçacığı normal bir insanın hayat sürecinde olduğu düşünülen ortalama hafızaydı. İngilizce yayınlanmış her kitaba neredeyse sahip olan Amerikan Library of Congress’in tüm bilgileri holografik etkileşim şekliyle kaydedilse, tüm bilginin sadece bir küp şekere denk gelen büyüklükte yer kaplayacağı söylenmiştir. Holografik model ayrıca hafızanın hemen geri çağrılmasında etkili olmaktadır, bunu da genelde üç boyutlu imajlar şeklinde yapmaktadır.
İnsan bedeninin kuantum titreşimleri alanıyla bilgi değişimi dünya hakkında önemli bir bilgi barındırmaktadır. İnsan doğasının bilgi ve iletişim kapasiteleri hakkında düşündüğümüzden çok derin ve çok daha geniş bir kapasiteye sahip olduklarının ipucunu içinde barındırmaktadır. Ayrıca bireyselliğimize dair sınırlandırmalarımızı da belirsiz hale getirmektedir ayrılığa dair taşıdığımız her algıyı. Eğer yaşayan varlıklar bir alanla etkileşim halinde yüklü parçacıklarla kaynamakta ve kuantum bilgi yayıp, almakta iseler, biz nerede bitiyorduk ve dünya nerede başlıyordu? Bilinç neredeydi Alanda mı, bedenimizin içinde mi? Aslında, biz ve dünyanın tüm geri kalanı bağlantı halindeyse, dışarısı diye de bir şey kalmamaktaydı.
Tüm bunların ortaya çıkardıkları, göz ardı etmek için fazlasıyla büyüktü. Değişen ve bir düzeni olan enerji sistemleri, onların hafızası ve Sıfır Noktası Alanındaki hatırlamaları, insanoğlunun tüm olası davranışları ve dünyayla ilişkileri hakkında çok fazla ipucu vermekteydi. Modern fizik, insanoğlunu on yıllardır geriye çekmişti. Sıfır Noktası Alanının etkilerini yok saymakla, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu ihtimalini ve birçok mucizenin bilimsel açıklanabilirliğini gözden çıkarmışlardı. Denklemlerini normale dönüştürmeye çalışırken yaptıkları şey, biraz aslında Tanrı’yı denklemlerinden çıkarmak gibiydi.
Kaynak : Alan - Evrenin Gizli Gücü - Lynne McTaggart