Message
Doğuda, varlığını binlerce yıldır devam ettiren büyük Çin uygarlığını görürdünüz. Çinlilerin öncülük ettiği uzun icatlar ve buluşlar listesinin bir rakibi yoktur: Kağıt, matbaa, barut, pusula, vb. Çin’in bilim insanları gezegen üzerindeki en iyilerdi. Yekvücut bir yönetimi vardı ve anakara barış içindeydi.
Güneyde Osmanlı İmparatorluğu vardı, Avrupa’yı tümden istila etmelerine ramak kalmıştı. Bu büyük müslüman medeniyeti, cebiri icat etmiş, optik ve fizikte gelişmeler kaydetmiş ve yıldızlara adlarını vermişti. Sanat ve bilim serpilip büyümüştü. Osmanlının büyük orduları hiçbir ciddi rakiple karşılaşmamıştı. İstanbul, bilim tahsil etmek için dünyanın en büyük merkezlerinden biriydi.
Sonra, zavallı Avrupa ülkeleri vardı; dini tutuculukla, cadı mahkemeleriyle ve Enginizisyon ile kıvranıyordu. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden bu yana bin yıl boyunca devamlı düşmüş olan Batı Avrupa o kadar gerideydi ki, katıksız bir teknoloji ithalatçısıydı. Avrupa Orta Çağ’ın bir kara deliğiydi. Roma İmparatorluğu’nun bilgi dağarcığının çoğu çoktan ortadan kaybolmuş, boğucu dini dogmalar bu bilgi birikiminin yerini almıştı. İtiraz veya görüş ayrılığı sık sık işkenceyle, hatta daha kötüsüyle karşılaşıyordu. Üstelik, Avrupa’nın şehir devletleri sürekli olarak birbirleriyle savaş halindeydiler.
Peki ne oldu?
Büyük Çin ve Osmanlı imparatorluklarının her ikisi de 500 yıllık bir teknolojik durgunluk dönemine girdi; Avrupa ise bilim ve teknolojiyi benzeri görülmemiş bir şekilde kucaklamaya başladı.
1405 yılından başlayarak, Çin İmparatoru Yongle dünyayı keşfetmek için, dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük deniz filosunu oluşturdu. (Kolomb’un üç ufak gemisi, bu devasa gemilerin sadece birinin güvertesine rahatlıkla sığardı.) Her biri bir öncekinden daha büyük olan, yedi büyük sefer yapıldı. Bu filo, Güneydoğu Asya kıyılarında yol aldı ve Afrika’ya, Madagaskar’a ve muhtemelen daha ötelere kadar ulaştı. Filo dönüşünde, dünyanın çok uzak noktalarından çok zengin armağanlar, nefis yiyecekler ve egzotik hayvanlar getirdi. Bir Ming Hanedanı’nın hayvanat bahçesinde, üzerinde Afrika zürafalarının geçit töreni yaptığı, dikkate şayan eski gravürler vardır.
Ancak Çin’e hükmedenler hayal kırıklığına da uğramışlardı. Hepsi orada olanlar mıydı? Çin’e rakip olabilecek büyük ordular neredeydi? Egzotik yiyecekler ve garip hayvanlar, dünyanın geri kalanının sunabileceği yegane şeyler miydi? İlgilerini kaybeden Çin’in daha sonraki yöneticileri, büyük deniz filolarının çürümesine ve en sonunda yanmasına izin verdiler. Dünya ileriye doğru hamle yaparken, Çin durgunlaştı, kendini yavaş yavaş dış dünyadan tecrit etti.
Benzer bir tutum Osmanlı İmparatorluğu’na yerleşti. Bildikleri dünyanın çoğunu fetheden Osmanlılar kendi içlerine döndüler, dini tutuculuğun ve yüz yıllarca sürecek bir durgunluğun içine saplandılar. Malezya’nın eski Malezya başbakanlarından Mahathir Mohamad şunları söylemişti: “Müslüman alimlerin, bilgi edinmeyi, Kuran’da buyurulmuş gibi, sadece dini bilgi olarak yorumlamaları, dini bilgiden gayrısını İslam dışı görmeleriyle, büyük İslam medeniyeti inişe geçti. Sonuç olarak, Müslümanlar bilim, matematik, tıp ve diğer sözde dünyevi öğretileri çalışmayı bıraktılar. Bunun yerine, İslam’ın öğretileri ve yorumları üzerine, İslam fıkhı ve İslami uygulamalar üzerine tartışmaya çok zaman harcadılar; bu, Ümmet’in bölünmesine ve çok sayıda mezhebin, tarikatın ve ekolün kurulmasına yol açtı.”
Avrupa’da ise, büyük bir uyanış başlıyordu. Ticaret yeni ve devrimci fikirler getirdi, Gutenberg’in matbaası bunu hızlandırdı. Kilisenin gücü bin yıllık egemenliğinden sonra zayıflamaya başladı. Üniversiteler dikkatlerini yavaş yavaş İncil’in muğlak pasajlarının yorumlanmasından Newton fiziğinin ve Dalton kimyasının ve diğerlerinin uygulamalarına yönelttiler. Yale’den tarihçi Paul Kennedy, Avrupa’nın çok hızlı yükselişine bir faktör daha ekliyor: Hemen hemen eşit Avrupalı güçler arasındaki daimi savaş durumu nedeniyle hiçbiri kıtaya hakim olamadı. Sürekli birbirleriyle savaşan hükümdarlar, toprak ve hükümdarlık hırslarını daha ileri taşımak için bilim ve mühendisliğe para sağladılar. Bilim, sadece akademik bir çalışma değildi, yeni silahların ve servete giden yeni yolların ortaya konması için bir araçtı.
Çok geçmeden, Avrupa’da bilim ve teknolojinin yükselişi, Çin’in ve Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlerini zayıflatmaya başladı. Doğu ve Batı arasındaki ticaretin bir geçiti olarak, yüzyıllar boyunca çok zenginleşmiş Müslüman medeniyetini, Avrupalı denizcilerin Yeni Dünya’ya ve Doğu’ya –özellikle Afrika etrafını dolanarak ve Orta Doğu’yu atlayarak- erişen ticaret yolları oluşturmaları, çok bocalattı. Ve Çin’in kendisi, ironik bir şekilde, kendilerinin iki önemli buluşunu, barut ve pusulayı, kullanan Avrupa savaş gemilerince parçalara bölündü.
“Ne oldu?” sorusunun cevabı açıktır. Bilim ve teknoloji yerlerini aldı. Bilim ve teknoloji refahın motorlarıdır. Elbette bir kimse bilim ve teknolojiyi görmezden gelmekle özgürdür, ama bu sadece kendini riske atmaktır. Siz dini bir metin okuyorsunuz diye dünya yerinde kalmayacak. Bilim ve teknolojideki son gelişmelere hakim olmayabilirsiniz, ama rakipleriniz hakim olacak.
İyi de, yarışı kazanma ihtimali olmayan Avrupa, yüzyıllar süren bir cehalet döneminden sonra, tam olarak nasıl birdenbire depara kalktı ve Çin ve İslam dünyasını geçti? Bu olağanüstü altüst oluşta, sosyal ve teknolojik faktörlerin her ikisi de bulunur.
1500 sonrası dünya tarihi analiz edilirse, Avrupa’nın bir sonraki büyük ilerleme için olgunlaşmış olduğu fark edilir; derebeylik sistemi zayıflamış, bir tüccar sınıfı ortaya çıkmış ve Rönesans’ın coşkulu rüzgarları esmeye başlamıştı. Lakin fizikçiler bu büyük dönüşüme, evrene hükmeden dört temel kuvvetin merceğinden bakarlar. Bunlar, makineler, roketler ve bombalardan yıldızlar ve evrenin kendisine kadar, etrafımızdaki her şeyi açıklayabilen temel kuvvetlerdir. Değişen sosyal eğilimler bu dönüşüm için zemin hazırlamış olabilir, ama en sonunda onu diğer dünya güçlerinin önüne iten şey, Avrupa’nın bu dört kuvveti öğrenmesi, onlara hakim olmasıdır.
İlk kuvvet, bizi yere demirlemiş, orada tutan, güneşin patlamasını engelleyen ve güneş sistemini bir arada tutan kütle çekimidir. İkincisi, şehirlerimizi aydınlatan, dinamolarımızı ve motorlarımız harekete geçiren ve lazerlerimize ve bilgisayarlarımıza güç veren elektromanyetik kuvvettir. Üçüncü ve dördüncü kuvvetler, atomun çekirdeğini bir arada tutan, göklerdeki yıldızları parlatan ve güneşimizin ortasındaki nükleer yangını yaratan, zayıf ve güçlü nükleer kuvvetlerdir. Dört kuvvetin sırları hep Avrupa’da çözülmüştür.
Fizikçiler bu kuvvetlerden birini her anladıklarında, insanlık tarihi değişti ve Avrupa bu yeni bilgiden yararlanmak için elverişli ve idealdi. Isaac Newton bir elmanın düşüşüne tanıklık ettiğinde ve Ay’a baktığında, kendine, insanlık tarihini sonsuza kadar değiştiren bir soru sordu: “Eğer elma düşüyorsa, Ay da düşer mi?” Yirmi üç yaşındayken, dahiyane bir kavrayışla, bir elmayı tutan, göklerdeki gezegenlere ve kuyruklu yıldızlara kadar ulaşan kuvvetlerin aslında hep aynı kuvvet olduğunu fark etti. Bu, onun daha henüz icat ettiği yeni matematiği, yüksek matematiği, gezegenlerin ve uyduların yörüngelerini çizmek için, ve göklerin hareketlerini ilk kez çözmek için kullanmasına imkan verdi. 1687 yılında, tüm insanlık tarihinin en etkili kitapları arasında yer alan, muhetemelen şimdiye kadar yazılmış en önemli bilim kitabı olan, baş yapıtı “Principia”yı yayınladı.
Daha da önemlisi, Newton yeni bir düşünce tarzı yarattı; kuvvetler aracılığı ile hareket eden nesnelerin hareketlerinin hesaplanabildiği mekanik düşünceyi başlattı. Artık bizler ruhların, iblislerin ve hayaletlerin kaprislerine tabi değildik. Nesneler, ölçülebilen ve kontrol edilebilen, iyi tanımlanmış kuvvetler nedeniyle hareket ediyorlardı. Bu Newton mekaniğinin yolunu açtı, bunu kullanarak bilim insanları makinelerin davranışlarını tam olarak belirleyebiliyordu; bu ise buhar makinelerinin ve lokomotiflerin yolunu açtı. Buhar gücüyle çalışan karmaşık makinelerde rol alan anlaşılması zor dinamikler, civatalarına, manivela kollarına kadar parçalarına ayrılabiliyor, Newton yasaları tarafından sistematik olarak analiz edilebiliyordu. Sonuçta, Newton’un kütle çekim tasviri, Avrupa’daki Sanayi Devrimi’nin yolunun açılmasına yardımcı olmuştu.
Daha sonra, 1800’lü yıllarda, yine Avrupa’da, Michael Faraday, James Clerk Maxwell ve diğerleri, bir sonraki büyük devrimi başlatan ikinci büyük kuvveti, elektromanyetizmayı, denetimleri altına aldılar. Thomas Edison Aşağı Manhattan’daki Pearl Street İstasyonu’nda jeneratörler kurup, dünyada ilk defa bir sokağa elektrik verdiği zaman, tüm gezegeni elektriklendirme yolunu da açmış oldu. Bugün, geceleri dış uzaydan dünyaya baktığımızda, tüm kıtaları ışıl ışıl görebiliyoruz. Uzaydan Dünya’ya bakan hehangi bir uzaylı, dünyalıların elektromanyetizmayı çok iyi bildiklerini hemen fark eder. Bizler, her elektrik kesildiğinde, ona olan bağımlılığımızı içtenlikle kabul ederiz. Bir anda, kredi kartları, bilgisayarlar, ışıklar, asansörler, televizyon, radyo, internet, motorlar, vb., hepsi ortadan kalkar, derhal 100 yıldan fazla geriye gideriz.
Kaynak : Geleceğin Fiziği - Michio Kaku