Message
Aziz Mahmûd Hüdâyî, Celvetiyye'de sülûkun mertebelerini "Merâtib-i Evliyâ, Halvetiyye ve Celvetiyye katında yedidir. Lâkin Celvetiyye, dördünü makâm addederler, onlar da: Tabiat, nefs, rûh, sırr. Ehl-i celvet, ehl-i taayyündür. Bu yüzden onlar geri kalan üç makâmı berzah addederler. Ve böylece onların katında da merâtib yedi olur." diyerek belirtmekte ve celvetîler katında asıl mertebelerin dört olduğunu ifâde etmektedir.
Bu dört mertebeye mukâbil dört makâm vardır. Bunlar da tabiat-şerîat, nefs-tarikat, ruh-ma'rifet ve sırr-hakîkat şeklinde ifâde edilebilir.
1 - Tabîat Mertebesi
Bu mertebenin muktezâsı yeme, içme ve cimâdan ibâret olup terbiyesi şerîatla mümkün olan, mübtedîlerin mertebesidir. Tabîatın fesâdı batın ve ferc şehvetidir. Batın ve ferc şehveti dil, el, göz, ayak, kulak, kalb ve kuvve-i hayâl gibi zâhiri ve bâtınî organlara te'sîr eder ve bunları kulluktan alıkor.
Tâlibin en müşkîl mertebesi olan tabiat şeriat ve mu'tedil bir riyâzatla terbiye edilir. Bu mertebede riyâzatda ifrâttan sakınmalıdır; zîrâ ifrât, sâhibini yoldan alıkor. Ancak tabiatın her istediği de yerine getirilince islâh imkânı ortadan kalkar. Bu yüzden Hüdâyî: "Tabiatın bir taâm istese ol taâmı bir fakîre yedir. Ondan sonra bir daha yine fakîre verirsin endişesi ile istemese gerektir." buyuruyor. Ya'nî bir takım riyâzat ameliyeleriyle tabiatın şehvetlerini terketmeyi âdet hâline getirip ahlâk-ı zemîmeyi bırakmadıkça tabiatlarına olan muhâlefetlerinden mağrûr olup nefislerinin fesâdına düşebilirler.
Tabîatın ıslâhı şerîat ile olur. Sâlik yeme, içme ve ferce dâir olan işlerini şerîat ölçüleri'ne vurup mutâbık olmayanı terkeder, mutabık olanından ise i'tidâl ölçüsünde istifade eder. Meselâ yiyecek ve içecek nev'inden hazırda bulunana kanaat edip gıdâ olacak ve zaaf vermiyecek miktarla iktifâ eder. Tembellik verecek kadar yemekten; harâm cimadan sakınır. Böylece tabîatın arzû ve şehvetlerini men'ederek ona hâkim olmaya çalışır.
Tabîatın fesâdı izâle edilince bütün zâhirî ve bâtınî organlar zulmetten halâs olmuş, ahlâk-ı zemîmeden kurtulma yolu açılmış, sâlik nefs mertebesine yükselmiş ve rübûbiyyete müteallik olana yönelmiş demektir.
2 - Nefs Mertebesi
Beden kalıbına tevdî edilen ve kötü huyların mahalli olan nefsin muktezâsı ahlâk-ı mezmûmedir.
Ahlâk-ı mezmûme zâhirî ve bâtınî organlara ve kuvvetlere sirâyet ederek onları ifsâd eden ma'nevî bir hastalıktır. Islâhı tarîkatla mümkün olup, keşfü kerâmet sâhibi olarak ba'zı havârik izhâr etmekten daha lüzûmludur. Çünkü keşf ve kerâmet gibi olağanüstü bazı hâllerin zuhûru sâliki meşgûl edip "matlûb-i hakikî" olan Teâlâ'dan alıkoyabilir. Onun için Cenâb-ı Hakk, Rasûlünü:
"(Peygamberin) göz(ü, gördüğünden) ağmadı, (onu) aşmadı da." diye tasvîf buyurarak medh ü senâ etmiştir.
Sâlik tabiatın fesâdından kurtulduktan sonra: "Allah uğrunda (nasıl savaşmak lâzımsa öylece) hakkiyle cihad edin. Sizi o seçti. Din (işlerinde) üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi." Âyet-i kerîmesinin maksadınca nefsiyle mücâhede eder ki, bu da cihâd-ı ekberdir. Kuldan istenen de budur. Bundan sonraki iki mertebe vehbîdir ve nefs terbiyesine gayret sarfedenler müyesser olur. Nitekim: "Bizim uğrumuzda mücâhede edenler (e gelince) biz onlara elbette yollarımızı gösteririz." buyurulmuştur. Bu âyet, nefsle mücâhededen sonra rûh ve sırr' ın ıslâhına (ulûhiyyet)'e yol açılacağını göstermektedir.
Hz. Hüdâyî, "nefs tarikatla ıslah olunca onun ahlâk-ı mezmûme (kibir, riyâ, ucüb, gâdâb, hased ve makâm sevgisi gibi)'nin ahlâk-ı mahmûdeye dönüşeceğini" haber vermektedir.
Zâten sûfiyyenin nefs kelimesiyle kasdettiği ma'nâ, kulun illetle vasıfları mezmûm huy ve fiilleridir. Bu illetli vasıflar da iki çeşittir. Birincisi iradesiyle irtikâb ettiği günahlar, ikincisi de kötü huylardır. Doğuştan gelen kötü huy, insan tarafından devâmlı bir mücâdele ile düzeltilip ıslâh edilebilir.
3 - Rûh Mertebesi
Rûh, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerîm'inden hakkında "insanlara çok az bilgi verildiği"ni haber verdiği lâtif sırdır ki, O beden de bulunduğu müddetçe Allah bedene hayât verir. İlâhî kânûnun icâbı budur. İnsan rûh ile değil, hayât ile diri ve canlıdır. Çünkü uyku hâlinde rûh bedenden ayrıldığı hâlde hayât devâm etmektedir. Rûh ve cesedden meydâna gelen insan vücûdundan Allah Teâlâ, rûh ve cesedden herbirini diğerinin emrine vererek yekdiğerine muhtâc kılmıştır.
Nefs mertebesinin fesâdı olan ahlâk-ı mezmûmeden kurtulan ve ahlâk-ı mahmûdeye erişen sâlik, rûhu ile irtibât kurmuş ve "Ma'rifetullah"a yönelmiş demektir. Çünki rûhun fesâdı cehâlet (Hakk'ı bilmeme) olup terbiyesi de ma'rifetullah iledir.
Ma'rifet, Allah'ı önce sıfat ve esmâsıyla tanıyan, ona olan muâmelesinde sıdk ve ihlâs üzre bulunan, kötü huylardan ve bu huylara âid âfetlerden temizlenen, dâimî sûrette kalbi ile i'tikâf hâlinde bulunan ve bunların netîcesinde Hakk'ın teveccühüne nâil olan kimsenin sıfatıdır. Cenâb-ı Hakk, ma'rifetullah'a eren kuluna bütün hallerinde sıdk üzre bulunmayı lutfeder, onu nefsin havâtırından kurtarır ve o kimse Allah'tan başkasına çağıran hiçbir sese kulak vermez, nefsin âfetlerinden uzak ve berî olur."
Ma'rifetullah ile rûhunu ıslah eden sâlikte aşk-ı ilâhî hâsıl olur ve bu mertebede keşf vâkı' olur. Önceki mertebeler (tabîat ve nefs)'te keşf yoktur.
4 - Sırr Mertebesi
Sırr da rûh gibi insanın bedene tevdî' edilmiş bulunan, ulûhiyeti seyr ve temâşâ mahalli kabûl edilen bir lâtîfedir.
Sâlik rûh mertebesinde ma'rifetullah ve aşk-ı ilâhî'yi tahsîl ettikten sonra sırr mertebesine yükselmiş olur. Sırrın muktezâsı mâ-sivâdan alâkayı kat'eylemek ve Hakk'tan gayriye mahabbeti kesmektir. Bu makâm mahv, fenâ, tecellî ve vuslat makâmıdır. Sâlik bu mertebede kemâle ermiş olarak mücâhedâttan lezzet duymağa başlar.
Hüdâyî, bu dört makâmın her birisini ayrı ayrı temsîlî renklerle ta'bîr etmiştir. Meselâ: Tabîatta renk siyâhtır ve bu siyâh renk türab (toprak) alâmetidir. Nefs'te ise renk dem rengi ya'nî kırmızıdır, bu da havânın temsîlidir. Ruhta renk, sarıdır ve nâr (ateş)'i temsîl eder. Sırr balgam rengidir ve suyu temsîl eder. Böylece "anâsır-ı erbaa" tamamlanmış olur.
Sâlik, tabiat, nefs, rûh ve sırr mertebelerini kat'eyleyince kendi vücûdu zâil olur, vücûd-ı zâtında Vâcib'in vücûdu kalır. Bütün mümkinât hattâ nefsi bile yok olur. Vahdet-i vücûdun ma'nâsı da budur. Ancak vahdet, ittihad demek değildir. Çünki Vâcib'in mümkin, mümkinin de vâcib olması imkânsızdır. Sâlikin vücûdu ile Hakk'ın vücûdu müttehid olsa onun cemâlini görmeye nasıl kâdir olabilir?
Kaynak : Aziz Mahmud Hüdayi – Prof.Dr.H.Kamil Yılmaz