Message
Tevekkül, imanın kapılarındandır. İmanın kapıları ancak ilim, hâl ve amelle düzene girer. Böylece tevekkül, esas olan ilim, meyve olan amel ve tevekkül ismiyle kastolunan bir hâl meydana getirir.
Bu bakımdan esas olan ilmin beyanıyla meseleye başlayalım. Bu ilim, lisanın esasında iman diye adlandırılan ilimdir; zira iman tasdik (doğrulama) demektir. Kalple olan her tasdik ilimdir. Kuvvet bulduğu zaman adı yakîn olur. Fakat yakînin kapıları çoktur. Biz, üzerine tevekkülü bina edeceğimiz yakîne muhtacız. O da La ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîkeleh (Allah'tan başka mabud yok! Allah birdir. O'nun ortağı yoktur) sözünün tercümesi olan Tevhid'dir. Lehül Mülk (Mülk ancak O'nundur) sözünün tercümesi ve tefsiri nisbetinde kudrete imandır. O cömertlik ve hikmet ki ona velehül hamd (hamd ancak O'nadır) sözü delâlet eder. Bu bakımdan kim 'Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadir' (Allah'tan başka ilah yoktur. O tek, bir Allah'tır. Ortağı yoktur. Mülk ancak O'nundur. Hamd ancak O'na mahsustur. O her şeye hakkıyla kâdirdir) dese, tevekkülün esası olan iman bu kimse için tamamlanır. Benim gayem; bu sözün mânâsının söyleyenin kalbinden ayrılmayan bir vasıf ve ona hâkim olan bir nitelik olduğunda, tevekkülün esası olan imanın onun için tamamlanacağını anlatmaktır.
Tevhîd'e gelince, o esastır. Onun hakkında söz çok uzar. O, mükâşefe ilimlerdendir. Fakat mükâşefe ilimlerinin bir kısmı, haller vasıtasıyla amellere bağlıdır. Muamele ilmi de ancak onlarla tamamlanır, Bu bakımdan biz, ancak muameleye bağlı bulunan miktardan bahsedebiliriz. Tevhid, sahili bulunmayan engin bir denizdir.
Tevhîd'in dört mertebesi vardır. Tevhid öze, özün özüne, kabuğa, kabuğun kabuğuna bürünür. Kavramaktan zayıf olan zihinlere yaklaştırmak için, biz buna kabuğunda bulunan cevizden bir misal verelim: Cevizin iki kabuğu ve özü vardır. Özünün de yağı vardır ki o, özün özü olur.
Tevhîd'in birinci mertebesi, insanın diliyle Lâ ilâhe illâllah, kalbi gafil veya inkâr edici olmadan demesidir. Münafıkların Tevhîd'i gibi...
Tevhîd'in ikinci mertebesi, lafzın mânâsını kalben tasdik etmektir. Nitekim bütün müslümanlar bunu tasdik ederler. Bu ise halk tabakasının inancıdır.
Tevhîd'in üçüncü mertebesi, hak nûrunun vasıtası ve keşif yoluyla, o mânâyı müşahede etmektir. Bu makam, Allah'ın dergâhına yaklaştırılan mukarreblerin makamıdır. Bunun mânâsı: Birçok şeyi müşahede ettiği halde onların çokluklarına rağmen, kahhâr ve bir olan Allah'tan sâdır olduklarını bilmek demektir.
Tevhid'in dördüncü mertebesi, varlıkta birden başkasını görmemektir. Bu ise sıddîkların müşahedesidir. Sûfîler buna el-fenâ fıt-Tevhîd (Tevhîd'de fâni olmak) adını verirler. Çünkü şahıs, birden başkasını görmemek hasebiyle, nefsini dahi görmez. Tevhid'le müstağrak olduğundan dolayı, nefsini görmediğinden, Tevhîd hususunda nefsinden de fâni olur. Yani hem nefsini görmekten, hem de halkın görmesinden yok olur.
Birincisi, sadece diliyle muvahhid'dir. Bu şekildeki tevhid, sadece dünyada sahibinin boynunu şeriatın kılıcından korur.
İkincisi, söylediğine kalben inanan ve söylediğim kalbi yalanlamayan bir muvahhiddir. Bu tevhid, kalp üzerine vurulan bir düğümdür. Bunda kalp genişliği yoktur. Fakat sahibi eğer bu inanç üzerinde ölmüş ve imanı günahlarla zayıflamışsa ahirette onu azaptan korur. Bu düğümün birtakım hileleri vardır. Onların zayıflatılıp sökülmesi gerekir. O hilelere bid'at adı verilir ve bir takım hileleri vardır ki onlarla çözülmenin ondan uzaklaştırılması istenilir ve yine onlardan bu düğümün sağlamlaştırılması ve kalp üzerine iyice bağlanması kastolunur. Bu ikinci duruma da kelâm adı verilir. Kelâmı bilene de mütekellim adı verilir. Mütekellim, mübtedi'in (bid'atçı'nın) zıddıdır. Mütekellimîn gayesi, bid'atçıyı bu düğümü halk tabakasının kalplerinden çözmeyi istemekten uzaklaştırmaktır. Bazen mütekellime, muvahhid ismi de tahsis olunur. Çünkü kelâmıyla halk tabakasının Tevhîd'ini kalplerinden bu düğümün çözülmesi için korumak ister.
Üçüncüsü şu mânâ ile muvahhiddir: Hak, olduğu gibi kendisine keşfolunduğunda bir failden başkasını görmez. Hakîkat açısından ancak bir fail görür. Böyle gördüğü zaman hakîkat olduğu gibi kendisine keşfolunmuş demektir. Mânâsı; kalbini hakîkat lâfzının mefhumu üzerinde bağlamaya zorlamak değildir. Çünkü böyle bir mertebe, halk tabakasının ve kelâmcıların mertebesidir; zira kelâmcı, avâmdan inanç hususunda ayrılmaz. Yani ikisi de bu hususta eşittir. Kelâmcının avâm tabakasından üstünlüğü ancak bu düğümü çözmekte bid'atçının hilelerini defetmeye yararlı kelâm sanatını bilmesindendir.
Dördüncüsü şu mânâ ile muvahhiddir: Onun şuhudunda birden başkası hazır olmamıştır. Bu bakımdan çok olmak hasebiyle değil, bir olarak görür. İşte Tevhîd'de en yüce gaye budur.
Birinci derece, cevizin üst kabuğu, ikinci derece alt kabuğu, üçüncü derece özü, dördüncü derece de özden çıkarılan yağ gibidir. Cevizin üst kabuğu hayırsız, yenildiği zaman acıdır, içine bakıldığı zaman çirkin, odun olarak kullanıldığında ateşi söndürüp, dumanı çoğaltır, evde bırakıldığı zaman yeri daraltır. Ancak bir müddet cevizi korumak için üzerinde kalır, sonra atılır. İşte imanın birinci derecesi de aynen onun gibi kalben tasdik edilmeksizin sadece dil ile söylenen tevhidin de faydası yok, zararı çok, zâhir ve bâtını çirkin olan bir tevhîd'dir. Fakat bu tevhid, bir müddet ölüm anına kadar alt kabuğu korumakta faydalı olur. Alt kabuk, burada, kalp ile bedendir. Münâfığın tevhîdi, bedenini şeriatın kılıcından korur. Çünkü İslâm gazileri kalpleri yarıp içindekine bakmakla mükellef kılınmamışlardır. Kılıç ise, ancak bedene dokunur ki bu da alt kabuktur. Ancak ondan ölümle soyunur. Ölümden sonra münâfığın tevhîd'inin hiçbir faydası kalmaz. Nasıl ki alt kabuğu üst kabuğa nisbeten menfaati zâhir ise (tıpkı onun gibi)...
Çünkü alt kabuk özü korur. Zâhid onu edindiğinde, fesaddan korunur. Kabuk özün üzerinden soyulduğunda odun olarak kendisinden faydalanılabilir. Fakat öze nisbeten kıymeti pek düşüktür. İşte onun gibi, keşif olmaksızın sadece mücerred inanç, mücerred dil ile söylemeye nisbeten çok faydalıdır. Fakat göğsün genişlemesi ve hakkın nûrunun orada doğması ile elde edilen müşahede ve keşfe nisbeten kıymeti düşüktür. Çünkü şu ayetle ancak göğsün inşirahı kastolunmuştur.
Allah kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm'a açar. (En'âm/125)
Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzere değil mi? (Zümer/23)
Öz, kabuğa nisbeten daha güzeldir, fakat ikisi de gereklidir. Fakat kendisinden yağ çıkması için sıkılması gerekir, aynen onun gibi, fiil Tevhîd'i de sâlikler için gereklidir. Fakat başka şeylerin karışmasından uzak da değildir. Hak olan bir'den başkasını müşahede etmeyene nisbeten, çokluğa iltifat etmektir.
Soru: Kişi göğü, yeri ve çok olduğu halde hissedilen cisimleri gördüğünde, nasıl olur da birden başkasını müşahede etmemesi düşünülebilir? Nasıl çok, bir olur?
Cevap: Bu, mükâşefe ilimlerinin son noktasıdır. Bu ilmin sırlarını hiçbir kitapta yazmak caiz değildir. Arifler rubûbiyet sırrını ifşa etmenin küfür olduğunu söylemişlerdir. Sonra bunun muamele ilmiyle ilgisi yoktur. Bunu imkânsız görmeni bir misal ile anlatmak mümkündür. O misal şudur: Şey, bazen bir nevi müşahede ve ibretle çok olur. Müşahede ve ibretin diğer bir çeşidiyle bir olur. Bu tıpkı şunun gibidir: Ruhuna, bedenine, azalarına, damarlarına kemiklerine ve iç organlarına bakıldığı takdirde, insan çok olur ve aynı insan başka bir itibarla ve başka bir müşâhede ile bir'dir; o zaman 'O bir insandır' deriz. Bu bakımdan o, insaniyete nisbeten bir'dir ve nice şahıs vardır ki insanı gördüğü zaman, kalbine, insanın iç organlarının çokluğu, damarları, azaları, ruhunun tafsilâtı, bedeni hiç tesir etmez.
Bu iki durumun arasındaki fark şudur: Kişi istiğrak (dalış) halinde bir ile müstağraktır. Ona dalar. Onda tefrik etmek yoktur. Sanki o, cem'in (birleşmenin) kendisindendir. Çokluğa bakan ise, tefrika içindedir. İşte bunun gibi, varlık âleminde olan herşey Hâlık'tan tut, mahluk'a kadar, birçok değişik müşahedeleri vardır. Bu bakımdan o, itibarlardan biriyle birdir. Başka itibarlarla onun masivası çoktur. Bu itibarların bazısı, kesret bakımından, diğerinden daha şiddetlidir. Bunun misali insandır. Her ne kadar bu misal hedefe tam uygun olmasa da...
Fakat az da olsa bu misal, müşahede hükmünde çokluğun bir olmaya dönüştüğünün keyfiyetine dikkati çeker! Bu misalden anlaşıldı ki varmadığın bir makamı inkâr etmeyip onu tasdik ederek varlığına inanman ve bu tevhidle ona inandığından dolayı inandığın şey senin sıfatın değilse de ondan nasibin olur. Nasıl ki sen, peygamberliğe inandığında, her ne kadar peygamber değilsen de imanının kuvveti derecesinde, senin o makamdan nasibinin olduğu gibi... Bu müşahede ki onda, hak olan Bir'den başkası görünmez. Bazen devam eder. Bazen da çakan şimşek gibi gelirgeçer. Bu sonuncu durum daha galiptir. Devamlılığı pek nadirdir.
Hüseyin b. Mansur Hallac, Havvas'ın seferden sefere koştuğunu gördüğünde 'Sen hangi halin içindesin?' diye sordu. O da 'Tevekkül hakkındaki hâlimi tashih etmek için dolaşıyorum' dedi. Oysa Havvas tevekkül sahiplerindendi. Hallac-ı Mansur, ona 'Sen hayatını, iç âlemini tamir etmek hususunda tükettin. Acaba tevhîd hususunda fani olmak nerede kaldı?' demekle buna işaret etti. Sanki Havvas, Tevhîd'in üçüncü makamını tashih etmek durumunda idi. Hallac ise, ondan dördüncü makamı istedi. İşte bunlar muvahhidlerin tevhîd'deki kısaca makamlarıdır.
Soru: Bu miktarın öyle bir şekilde açıklanması gerekir ki onun üzerinde tevekkülün nasıl bina edileceği anlaşılsın!
Cevap: Dördüncüsüne gelince, onun beyanına dalmak caiz değildir. Tevekkül de bu dördüncü dereceye bina edilmiş değildir. Tevekkül hali, tevhîd'in üçüncü derecesiyle hâsıl olur. Tevhîd'in birinci derecesinin ise nifak olduğu apaçıktır.
İkincisi ki inançtır müslümanların avâm tabakasında mevcuttur. Onun kelâm ilmiyle perçinleşmesi ve bid'atçıların hilelerinden korunmasının yolu, kelâm ilminde zikredilmiştir. Biz el-İktisad fi'l-İtikad adlı kitabımızda onun önemli bir miktarını zikrettik.
Üçüncüsüne gelince, Tevekkülüm esasını o teşkil eder; zira itikadla hâsıl olan mücerred tevhîd, tevekkül halini kazandırmaz. Bu bakımdan biz tevekkülün bağlandığı miktarı kısa olarak zikredelim. Çünkü onun tafsilatını bu kitabın benzeri olan kitaplar kapsayamaz.
Kısacası şudur: Sana keşfolunur ki Allah'tan başka fâil yoktur. Her mevcut yaradılış, rızık vermek, almak, hayat, ölüm, zenginlik, fakirlik gibi isimlendirilen her şeyi tek başına yapan Allah Teâlâ'dır. Bunları yapmakta Allah'ın ortağı yoktur. Sana bu keşfolunduğu zaman Allah'tan başkasına nazar etmezsin. O'ndan korkar, O'nu umar, O'na güvenir ve O'na yaslanırsın. Çünkü tek başına yapan O'dur. Başkası değil! O'ndan başkası göklerin ve yerin bir zerresini bile kıpırdatmakta müstakil çalışmaya yetkili değildir, herşey O'nun emriyle hareket eder. Senin için mükâşefe kapıları açıldığında bu durum apaçık ve gözle müşahede etmekten daha mükemmel bir şekilde sana görünür. Şeytan, seni bu tevhîdden bir makamda geri bıraktırır ki bu geri bırakılışta iki sebepten dolayı kalbine şirk kokusu sokulmak istenir:
A) Birinci sebep, hayvanların yaptıklarını bizzat yaptığınıza inanmak.
B) İkincisi cansız şeylere iltifat edip bakmaktır. Cemadâta iltifat etmeye gelince, bitkilerin yerden çıkışı, bitmesi ve gelişmesi hususunda yağmura, yağmurun yağışında buluta, bulutun teşekkülünde soğuğa, geminin seyrinde rüzgâra güvenmen gibi...
Bütün bunlar tevhîdde şirktir. İşin hakikatini bilmemektir.
Gemiye bindikleri zaman dini yalnız Allah'a has kılarak O'na dua ederler. Fakat (Allah) onları sâlimen karaya çıkarınca hemen (Allah'a) ortak koşarlar. (Ankebût/65)
Bu ayetin mânâsı hakkında 'Eğer rüzgârın düz esmesi olmasaydı, biz kurtulamazdık!' dedikleri söylenmiştir.
Âlemin işi kime olduğu gibi keşfolunursa o, rüzgârın hava olduğunu, havanın bir hareket ettiricisi olmaksızın kendiliğinden harekete geçmediğini bildiği gibi havayı harekete geçireni de bilir. Bu, tâ ilk hareketlendirene varıncaya kadar böyle devam eder. Öyle bir muharrik ki onu harekete geçiren bir kuvvet olmadığı gibi O, haddi zatında da müteharrik değildir. Çünkü hareket hadîstir. O, aziz ve celîldir. Bu bakımdan kulun, denizden kurtuluşta rüzgâra güvenmesi, tıpkı boynu kesilmek için getirilen bir kimsenin sultanın affedilmesi için yazdığı fermana değil de mürekkebe, kâğıda ve fermanın yazılışında kullanılan kaleme güvenip bakmasına benzer. Kurtuluşunu kalemi tutana değil de kaleme bağlar ve der ki: 'Kalem olmasaydı ben kurtulamazdım'. Bu ise, katıksız cehalettir. Kim esasında, kalemin hiçbir hükmü olmadığını, ancak kâtibin elinde oyuncak olduğunu bilirse, kaleme hiç iltifat etmez, kâtipten başka hiçbir şeye teşekkürde bulunmaz. Çoğu kez kurtuluşun sevinci, imzalayan sultana teşekkür etmesi onu öyle sevince sokar ki ne kalem, ne mürekkep, ne de divit kalbine gelmez.
Güneş, ay, yıldızlar, yağmur, bulutlar, yer, hayvanlar ve cemadât, kalemin, kâtibin elinde müsahhar olduğu gibi kudret kabzasında müsahhardırlar. İşte bu, senin için bir temsildir. Çünkü imza atan sultanın kâtibin kendisi olduğuna inanıyorsun. Hakîkat şudur ki Allah Teâlâ, kâtibin ta kendisidir.
(Ey Rasûlüm) attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı. (Enfâl/17)
Göklerde ve yerde olanların tümünün müsahhar olduğu sana keşfolunduğu zaman, şeytan senden ümitsiz olur ve şirkini tevhîd'ine katmaktan ümidini keserek gerisin geriye döner. Fakat ikinci tehlikeli yoldan ki ihtiyarî fiillerde canlıların fiillerini bizzat kendi iradeleriyle yaptığını sanmaktır hulûl ederek der ki: 'Bütün bunları nasıl Allah'tan görürsün? Oysa insan kendi ihtiyarıyla sana rızkını isterse verir, isterse keser. Senin boynunu kılıçla vuran şu şahıstır. O'nun gücü sana yeter. İsterse keser, isterse affeder. Bu bakımdan sen O'ndan nasıl korkmazsın! Nasıl O'ndan ümit etmezsin! Oysa herşey O'nun elindedir. Sen de bunu müşahede edip şüphe etmektesin'. Yine ona der ki: 'Kalem, kâtibin elinde müsahhar olduğu için onu görmeyebilirsin. Fakat kalemle yazan ve kalemi teshir eden kâtibi nasıl görmeyebilirsin?'
İşte bu noktada birçok kimsenin ayakları kaymıştır. Ancak Allah'ın hâlis kulları bundan müstesnadır. Öyle kullar ki şeytan onlara tasallut etmez. Onlar basiret nûruyla kâtibin, kudretin elinde müsahhar ve mecbur olduğunu müşahede etmişlerdir. Zayıfların, kalemin kâtibin elinde müsahhar olduğunu müşahede ettikleri gibi.., O halis kullar, zayıfların buradaki yanılmasının, tıpkı karıncanın yanılması gibi olduğunu anlamışlardır. Karınca kâğıt üzerinde yürür ve kalemin kâğıda siyah şekiller yaptığını görür. Gözü kâtibin el ve parmaklarına bile uzanmayan karınca, el sahibini nasıl görecektir? İşte bu durumdan dolayı karınca yanılarak kağıda şekiller yapanın kalem olduğunu zanneder. Bu da onun görmesinin kalemin ucunu geçmeyecek kadar kısa olmasından ileri gelir! Aynen bunun gibi, göğsü Allah'ın nûruyla İslâm'a açılmayan bir kimsenin basireti, göklerin ve yerin cebbârı olan Allah'ı mülâhaza etmekten eksiktir. Hepsinin ötesinde kâhir oluşunu müşahede etmekten acizdir. Bu bakımdan zihni kâtibe takılır. Oysa bu, katıksız bir cehalettir. Kalp ve müşahede sahiplerinin hakkında Allah Teâlâ, yerde ve gökte olan bütün zerreleri konuşturan kudretiyle konuşturmuştur. Hatta onlar zerrelerin Allah'ı takdis ve tesbih ettiklerini işittiler. Keskin bir lisan ile harfsiz ve sessiz olarak nefislerinin aciziğine şahidlik ettiklerini dinlediler. Kalp kulağından mahrum olanlar bunu işitemezler. Bu kulaktan, seslerden başkasını işitmeyen kulağı kastetmiyorum.
Çünkü merkep de böyle bir kulakta insanın ortağıdır. Hayvanın insana ortak olduğu şeyin ne kıymeti olabilir? Ben kulaktan öyle bir kulak kastediyorum ki o kulakla, harf ve ses, Arabî ve Acemi olmayan bir konuşmayı dinlemeli!
Soru: Bu acaipliktir. Akıl bunu kabul etmez. Bu konuşmanın keyfiyetini bana vasıflandır! O nasıl konuştu, ne ile konuştu? Nasıl tesbih ve takdiste bulundu? Nefsinin azizliğine nasıl şahitlik ettiğini bana nitelendir!
Cevap: Yerde ve gökte bulunan her zerrenin, kalp sahipleriyle gizlice münacâtı vardır. Bu da inhisar altına girmeyen ve nihayeti olmayan bir durumdur. Bu zerreler nihayetsiz olan Allah kelâmının denizinden imdat isteyen kelimelerdir.
De ki: Rabbimin kelimelerini yazmak) için denizler mürekkeb olsa, rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi. Bir o kadar daha getirsek bile! (Kehf/109)
Sonra onlar mülk ve melekûtun sırlarını fısıldarlar. Sırrın ifşası iyi değildir. Hür insanların göğüsleri sırların mezarlarıdır. Sen hiç bir kimsenin mülkün sırlarına emin sayılıp mülkün gizliliklerinin fısıldandığını onun da bunu halka ifşa ettiğini gördün mü? Eğer bizim için her sırrı ifşa etmek caiz olsaydı, Hz. Peygamber 'Eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz az güler çok ağlardınız' der miydi? Belki Hz. Peygamber, onların gülmeyip ağlamaları için söylemiştir. Hem Hz. Peygamber, kader sırrının ifşasını yasaklamaz ve yine şu sözünü söylemezdi:
Yıldızlardan bahsedildiği zaman, duraklayın! (Bu bahse girişmeyin). Kaderden bahsedildiği zaman, bu bahse dalmaktan sakının. Ashabımın bahsi yapıldığı zaman dilinizi tutun.
Hem de Huzeyfe'yi (r.a) bir kısım sırlara tahsis etmezdi. Bu bakımdan mülk ve melekûtun zerrelerinin müşahede erbabının kalbiyle olan münacâtlarını hikâye etmeye iki engel vardır: Birincisi, sırrı ifşa etmenin muhal oluşudur. İkincisi, kelimesinin hasr ve nihayetinin dışına çıkmasıdır. Fakat biz, verdiğimiz misalde ki o da kalemin hareketidir zerrelerin münacâtını az miktar hikâye edeceğiz ki onunla mücmel olarak tevekkülün bunun üzerine bina edilmesinin keyfiyeti anlaşılsın. Biz o kelimeleri harfler ve seslerin kalıbına dökeceğiz. Her ne kadar o kelimeler esasında harf ve sesten ibaret değilse de... Fakat harf ve ses anlamanın zarurî unsurlarıdır.
Allah, nûrunun penceresinden kâğıda bakıp kâğıdın mürekkeple siyahlaştığını görünce ârif bir kişi kâğıda şöyle sordu: 'Senin yüzüne ne oldu? Bembeyazdın! Şimdi ise üzerinde siyahlık belirdi! Neden yüzün karardı? Bunun sebebi nedir?' Kâğıt 'Bu sözünle bana insaflı davranmadın. Ben kendiliğimden yüzümü siyahlatmadım. Fakat mürekkepten sor! O mürekkep, divitte toplanmıştı. Zulüm olarak yüzümün sahasına indi' dedi. Bunun üzerine, o zat kâğıda 'Doğru söyledin!' dedi.
Bu sefer, mürekkebe sordu. Mürekkep de 'Bana karşı insaflı davranmadın. Çünkü ben sakin bir şekilde divitte bulunuyordum. Oradan çıkmamaya niyetliydim. Kalem fâsit tamahkârlığıyla bana saldırdı. Beni vatanımdan kopardı. Memleketimden uzaklaştırdı. Gördüğün gibi, beni bembeyaz bir sahaya dökerek paramparça yaptı! Bu bakımdan mesuliyet kâleme aittir, bana değil!' dedi.
Kişi, mürekkebe 'Doğru söyledin!' diyerek kaleme, zulmünün ve mürekkebi vatanından çıkartmasının sebebini sordu. Kalem 'Elden ve parmaklardan sor! Çünkü ben, nehirler kıyısında biten bir kamıştım. Ağaçların yeşilliği arasında gezerken bir el, bir bıçak getirdi, üzerimden kabuğumu soydu, elbiselerimi yırttı. Beni kökümden kesti. Boğumlarımın arasını ayırdı. Sonra beni sivrileştirdi. Başımı ikiye ayırdı. Mürekkebin siyahına daldırdı. O beni çalıştırır, başımın üzerinde gezdirir. Bu suali sormakla benim yarama tuz ektin. Benden uzaklaş. Beni kahredenden sor' dedi.
Adam ona 'Doğru söyledin!' deyip kaleme yapmış olduğu zulmü el'e sordu: 'Neden kalemi çalıştırıyorsun?' dedi. El, cevap olarak dedi ki: 'Ben, et kemik ve kandan ibaretim. Zulmeden bir eti, kendiliğinden harekete geçen bir cismi hiç gördün mü? Ben ancak müsahhar olan bir merkebim. Kudret ve izzet adlı bir binici sırtıma binmiştir. Beni kıpırdatan, beni yeryüzünün etrafında gezdiren odur. Sen toprak, taş ve ağaçlara bakmaz mısın? Onlardan hiçbir şey yerinden kıpırdamıyor. Kendiliğinden harekete geçmiyor. Çünkü bana binen kuvvetli ve kahhar binici gibi, onların sırtında biri yoktur. Sen ölülerine yine bakmaz mısın? Et, kemik ve kan suretinde benimle eşittirler. Sonra onlarla kalem arasında hiçbir muamele yoktur. Benim de şahsen kalemle aramda hiçbir muamele yok. Benim durumumu kudretten sor! Çünkü ben bir merkebim. Bana binen beni sürer!'
Kişi ona da 'Doğru söyledin! deyip kudrete, eli neden çalıştırdığını, neden çokça gezdirdiğini ve kullandığını sordu. Kudret 'Beni kınamaktan vazgeç' Nice kimse vardır ki kınar. Oysa kendisi kınanmıştır ve nice kınanmış vardır ki günahı yoktur. Benim işim nasıl sana gizli kalır? Hele bilerek sana zulmettiğimi nasıl zannediyorsun? Oysa ben, hareket ettirmeden önce yine onun sırtındayım. Fakat onu hareketlendirmez ve çalıştırmazdım. Ben uyumuş, sakin bir vaziyetteydim. Öyle bir uyku ki beni ölü veya yok zannederlerdi.
Çünkü ne kıpırdar, ne de kıpırdatırdım. Bu esnada vekil kılınan biri geldi. Beni uyandırdı. Gördüğün hareketime beni zorladı. Onun dediğini yapmaya kuvvetim var. Fakat yapmamaya kuvvetim yoktur. Bu müvekkile irade adı verilir. Ben onu ancak ismiyle ve hücum etmesiyle, beni uykunun derinliğinden uyandırmasıyle ve eğer yakamı bırakıp beni kendi reyimle başbaşa bıraksaydı yapmayacağım harekete beni sevketmesiyle tanırım' dedi.
Kişi ona da 'Doğru söyledin!' deyip irade'ye 'Bu sakin kudreti hareketlendirmeye yöneltecek derecede onu kurtuluşu olmayan bir işi yapmaya mecbur edercesine harekete geçirmeye seni cesaretlendiren nedir?' diye sordu. İrade dedi ki: 'Benim hakkımda acele hüküm verme! Belki özrümüz vardır. Oysa sen kınıyorsun. Ben kendi başıma harekete geçmedim, fakat geçirildim. Uyanmadım, fakat kahredici bir hüküm ve kesin bir emirle uyandırıldım. O hüküm gelmeden önce sakindim. Fakat kalbin huzurundan, aklın lisanı üzerine ilmin elçisi bana geldi kudreti hazırla dedi. Ben de mecbur olarak onu hazırladım. Ben ilim ve aklın kahrı altında müsahhar bir miskinimdir. Bilmiyorum hangi cürümle bu işe teshir edildim? İlme itaat etmeye mecbur kılındım? Fakat ben bilirim ki daha önce bu kahredici elçi kapımı çalıncaya kadar sükûnet içerisindeydim. Bu adil veya zâlim hâkim gelinceye kadar...
O zaman bunun yanında durduruldum. Ona itaat etmek bana farz kılındı. Hatta artık ona muhalefet etmeye gücüm yoktu. Hayatımla yemin ederim tereddüt edip, hükmünde hayret gösterdikçe ben sakinimdir. Fakat onun hükmünü beklerken sakinim. Ne zaman ki hükmü kesinleşirse ben, ister istemez onun emri altında ürker, onun hükmünü yerine getirmek için kudreti hazırlarım. Bu bakımdan benim durumumu bana değil ilim'e sor. Beni kınamayı bırak! Zira ben şairin dediği gibiyim:
Ne zaman bir kavmin yanından göç ettirmeme kudretleri olduğu halde göç edersem, bu takdirde bil ki göç edenler onlardır!
Kişi 'doğru söyledin!' deyip ilim, akıl ve kalbe yönelip meseleyi onlardan talep etti. İradeyi uyandırdıklarından, kudreti hazırlamaya onu teshir ettiklerinden dolayı onları kınadı. Bunun üzerine akıl dedi ki: 'Bana gelince, ben bir lambayım. Kendiliğimden yanmadım, fakat yakıldım'. Kalp dedi ki: 'Ben bir levhayım. Kendiliğimden yayılmadım, yaydırıldım'. İlim dedi ki: 'Bana gelince, ben bir nakışım, akıl lambası üzerime doğduğunda kalp levhasının beyazlığına nakşedildim. Kendi irademle yazmadım Bu levha daha önce nice seneler boştu. Bu bakımdan benim durumumu kaleme sor; zira yazı ancak kalemle olur'.
O anda, soran yutkundu ve bu cevap onu ikna etmedi ve şöyle dedi: 'Bu yoldaki kınanmam oldukça uzadı. Mertebelerim oldukça çoğaldı. Bu işi kendisinden öğrenmek istediğim herkes beni başkasına havale ediyor. Fakat ben, kalpte makbul olan bir konuşmayı ve suali bertaraf eden bir mazereti dinlediğime gezdirilmeme rağmen seviniyordum. Fakat senin 'Ben bir hat ve nakışım, ancak beni kalem yazmıştır' demeni ben anlamıyorum; zira, kamıştan olmayan bir kalemi, demirden veya odundan olmayan bir levhayı, mürekkep ile yazılmayan bir yazıyı, ateşle yakılmayan bir lambayı bilmem. Oysa ben, bu evde, levha, lamba, yazı, kalem, konuşma dinliyorum. Bunlardan hiç birini görmüyorum. 'Değirmen gürültüsünü işitiyorum. Fakat un görmüyorum'.
Bunun üzerine, ilim kişiye dedi ki: Eğer söylediğinde doğruysan, o halde, senin sermayen azdır. Azığın az ve merkebin zayıftır. Bil ki girmiş olduğun yolda tehlikeli geçitler çoktur. O halde senin için sevap, geri gidip arkasına düşeni bırakmaktır; zira bu senin yuvan değildir. O halde sen ondan çık! Herkes ne için yaratılmış ise, onu yapmaya muvaffak olur. Eğer sen hedefe gitmek istiyorsan dinle! Bil ki: Senin bu yolunda, âlemler üçtür:
Mülk ve şehadet âlemi ki bu ilkidir kâğıt, mürekkep, kalem ve el, ondandırlar. Oysa sen kolaylıkla o geçitleri geçtin. İkincisi, melekût âlemidir. O da benim arkamdadır. Beni geçtiğin zaman onun konaklarına erişir, onda sahralar, buram buram kokan cehennem vâri dereler, upuzun dağlar, boğucu denizler mevcuttur. Bilmiyorum onlardan nasıl kurtulacaksın? Üçüncüsü, ceberrût âlemidir. Bu âlem mülk ile melekût âlemleri arasındadır. Sen bu âlemin de baştan üç konağını kat etmiş bulunuyorsun. Kudret, irade ve ilim konakları....
Bu âlem, mülk, şehadet ve melekût âlemi arasında vasıtadır. Çünkü yol bakımından mülk âlemi bundan daha kolay, melekût âlemi daha çetindir, ceberrût âlemi ise, mülk ile melekût âlemleri arasında, yer ile su arasında hareket halinde bulunan gemiye benzer. O gemi ne suyun üzerinde sallanır, ne de yerin üzerinde sâkin durur. Kim yeryüzünde yürürse, mülk ve şehadet âleminde yürür. Eğer onun kuvveti gemiye binmeye yetiyorsa o, ceberrût âleminde yürüyen bir kimse gibidir. Eğer gemisiz, su üzerinde yürüyecek dereceye varırsa o, zikzak yapmaksızın melekût âleminde yürür. Eğer sen su üzerinde yürümeye muktedir değilsen geri dön! Çünkü gemiyi geride bırakmışsın. Senin önünde saf sudan başka birşey yok! Melekût âleminin öncesi, vasıtasıyla kalp levhasında ilmin yazı yazdığı kalemin müşahedesi ve vasıtasıyla su üzerinde yürüyen yakînin elde edilmesidir. Hz. Peygamberin (s.a) Hz. İsa hakkında sözünü dinlemedin mi? 'Eğer o, yakîn bakımından daha yüksek olsaydı havada yürürdü'. Peygamber bu sözü, kendisine, İsa (a.s) su üzerinde yürüyordu' denildiği zaman söylemiştir.
Bunun üzerine, sual soran 'İşinde hayrete düştüm! İlmin bana vasıflandırdığı yolun tehlikesinden kalbimin korktuğunu hissettim. Bilmiyorum, bana söylenilen bu tehlikeli sahaları geçebilir miyim, geçemez miyim? Acaba bunun alâmeti var mıdır?' diye sorunca cevap olarak 'Evet vardır' dedi. Gözünü aç! Gözlerinin ışığını derle! Onu bana doğru tez bir şekilde yönelt! Eğer kalbin levhası üzerinde, kendisiyle yazı yazdığın kalem sana görünürse, o takdirde bu yolun ehli olanlara benzemiş olursun; zira kim ceberrût âlemini geçip melekût âleminin kapılarından birini çalarsa, önce kalemi görür. Görmez misin, Hz. Peygamber (s.a) işin başlangıcında kalemin keşfine mazhar oldu; zira onun üzerine şu ayet nazil oldu:
Yaratan rabbinin adıyla oku! O insanı kan pıhtısından yarattı. Oku! Senin rabbin nihayetsiz kerem sahibidir ki O, kâlemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti. (Alak/1-5)
Bunun üzerine sâlik dedi ki: 'Gözümü açtım ve keskinleştirdim. Allah'a yemin ederim. Ben ne kamış, ne de odun görmüyorum. Ben onun gibi hiçbir kalemi bilmiyorum'. Bunun üzerine, ilim dedi ki: 'Talebi pek uzak gösterdim. Bilmiyor musun, evin eşyası ev sahibine benzer! Bilmez misin, Allah Teâlâ'nın zatı, diğer zatlara benzemez, o halde O'nun eli ellere, kalemi kalemlere, kelâmı kelâmlara, yazısı da diğer yazılara benzemez. Bunlar melekût âleminden olan birtakım ilâhî işlerdir.
Allah Teâlâ, cisim olmadığı gibi bir mekanda da değildir. Fakat Allah'tan başkası böyle değildir. O'nun eli et, kemik ve kandan değildir. Fakat diğer eller öyle değil. O'nun kalemi kamıştan, levhası ağaçtan, kelâmı ses ve harften değildir. O'nun hattı rakam ve resim değildir. O'nun mürekkebi boyadan ibaret değildir. Eğer bunu böyle görmüyorsan, seni tenzihin koçluğu ile teşbihin dişiliği arasında erkek elbisesine bürünmüş bir kadın ve bununla diğeri arasında şaşkın şaşkın gezen bir kimse olarak görürüm. Ne bunlardan, ne de onlardan... O halde sen, Allah'ın zat ve sıfatlarını cisim ve cismin sıfatlarından nasıl tenzih ettin? O'nun kelâmını harf ve seslerden nasıl tenzih ettin? Başladın, Onun eli, kâlemi, levhi ve yazısı hakkında tevakkuf etmeye. Eğer sen Hz. Peygamber'in 'Muhakkak ki Allah Adem'i (a.s) kendi sureti üzerine yarattı' hadîsinden gözle görülen, zâhiri sureti anlamışsan, mutlaka sen Müşebbihe'den (Allah'ı insana benzetenlerden) olmuş olursun! Nitekim şöyle denilir:
Ya katıksız bir yahudi ol! Ya da Tevrat'la oynama!
Eğer o hadîs-i şeriften, gözlerle değil basiretle idrâk edilen bâtınî sureti anlamışsan, o zaman katıksız bir tenzihci ve erkek bir takdisci ol! Mukaddes olan Tuva vâdisinde bulunuyorsun. O halde yolu acele geç. Kalbinin sırrıyla, vahyolunacak şeyi dinle! Umulur ki ateşin yanında bir hidayetçi bulursun ve yine umulur ki arşın çadırlarından Hz. Musa'ya haykırılan sesle sana da haykırılır!
Ey Musa! Haberin olsun! Ben senin rabbinim. (Tâhâ/12)
Sâlik bunları, ilim'den dinlediği zaman, nefsinin kusurlu olduğunu sezdi. Teşbih ve tenzih arasında bir muhannes olduğunu idrâk etti. Bunun üzerine nefsine, fazlasıyla kızdığından dolayı, kalbi alev alev yanmaya başladı. Bunu da nefsini eksiklik gözüyle gördüğü zaman yaptı. Onun kalbinin penceresinden olan yağı neredeyse ateşsiz ışık verecekti. İlim, hiddetle o yağa üflediği zaman yağ tutuştu. Nûr üzerine nûr oldu. İlim ona dedi ki: 'Şu anda bu fırsatı değerlendir. Gözünü aç! Umulur ki ateşin yanında bir yol gösterici bulursun!' Bunun üzerine sâlik gözünü açtı. Ona ilâhî kalem göründü. İlâhî kalemi, ilmin vasıflandırdığı gibi tenzih vasfında gördü. O kalem ağaç ve kamıştan değildi. Ne ucu, ne kuyruğu vardı. Durmadan bütün beşerin kalbinde ilmin çeşitlerini yazıyordu. Onun her kalpte ucu vardır, başı yoktur. Bunun üzerine ucub ve hayret kendisinden zâil olarak şöyle dedi: İlim ne güzel bir arkadaştır! Allah benden taraf ona hayırlı bir mükâfat versin; zira şimdi bana, kalemin vasıfları hakkında ilmin vermiş olduğu haberlerin doğruluğu belirdi; zira ben o kalemi, başka kalemlere benzemez bir kalem görüyorum'.
İşte bu sırada ilme veda ederek teşekkür etti ve dedi ki: 'Senin yanında uzun kaldım. Senden istediklerim gayet çok oldu. Oysa ben kaleme gitmek azmindeyim. Gidip kendisine şânını sorayım!' Bunun üzerine kaleme gitti ve ona dedi ki:
- Ey Kalem! Sen neden kalplere hükümler yazıyorsun, zira onunla iradeler kaderi hazırlamaya ve mukadderata yöneltmeye tahrik ediliyor?
- Sen mülk ve şehadet âleminde gördüğünü, zâhir kalemin orada vermiş olduğu cevabı ve seni ele havale etmesini unuttunmu?
- Hayır onu unutmadım!
- O halde, benim cevabım da o zâhir kalemin cevabı gibidir.
- Nasıl olur? Oysa sen o kaleme benzemiyorsun?
- Dinlemedin mi? Allah Teâlâ Adem'i (a.s) kendi sûreti üzerinde yarattı!
- Evet!
- O halde, benim durumumu, Yemin 'ül-Melik lakabıyla anılan zata sor. Çünkü ben onun kabzasındayım. Beni getirip götüren odur. Ben onun emrindeyim. Teshir olmak mânâsında ilâhî kalem ile ademoğlunun kalemi arasında fark yoktur. Fark ancak suretin zâhirindedir!
- Yemin 'ül-Melik kimdir?
- Sen Allah Teâlâ'nın şu ayetini işitmedin mi? Gökler de sağ elinde dürülmüştür. (Zümer/67)
- Evet! Ben bu ayeti işittim.
- Kalemler de O'nun sağ elindedir. Kalemleri gezdiren O'dur!
Bu konuşmadan sonra sâlik, kalemin yanında Yemin'e doğru yol aldı ve yemini müşahede etti. Onun acaipliklerini kalemin acaipliklerinden daha fazla gördü! O acaipliklerin hiç birini vasf etmek ve şerh etmek caiz değildir. Hatta ciltlerce kitab o acaipliklerden birinin vasfının binde birini ihata etmekten bile acizdir. Onun hakkındaki kısa söz şudur: O, dirilere benzemeyen bir diri, ellere benzemeyen bir el, parmaklara benzemeyen bir parmaktır. Kişi baktı ki kalem, onun kabzasında, hareket halinedir. Böylece kalemin özrü, kişiye belirdi. Bunun üzerine kişi, Yemin 'den durumunu ve kalemi hareketlendirmesinin nedenini sordu. Yemin ona 'Benim cevabım şehadet âleminde gördüğün Yemin den dinlediğin cevabın benzeridir. O da kudrete havale etmektir; zira haddi zatında elin hükmü yoktur.
Şüphesiz ki eli hareketlendiren kudrettir' dedi. Bunun üzerine sâlik, kudret âlemine revan oldu. Orada öyle acaiplikler gördü ki bunların yanında, daha önce görülen acaiplikler küçük kalır. Kişi, kudret'e yemin'i hareketlendirmesinin sebebini sordu. Kudret 'Ben ancak bir sıfat ve niteliğim. Kâdir (kudret sahibinden sor! Zira sıfatlara değil, mevsuflara (sıfat sahiplerine) güvenilir!' dedi. Fakat yine de yanına yaklaştı ki kişi, haddini tecavüz edip sual lisanını cüretle açsın. Fakat sabit bir söz ile yerinde kalakaldı. Huzûr-i Rabbânî'nin çadırlarının perdelerinin ötesinden çağrıldı.
O (Allah) yaptığından sorulmaz, ama onlar sorulurlar. (Enbiya/23)
Bunun üzerine huzurun heybeti, onu dört taraftan kapladı. O baygın olarak, heybet içerisinde yere düşüp tepindi, ayıldığında 'Sen ortaktan münezzehsin. Senin şanın ne büyüktür. Sana tevbe ettim. Sana tevekkül ettim. Senin Cebbâr, Vâhid, Kahhâr bir sultan olduğuna inandım. Bu bakımdan senden başkasından korkmam, senden başka hiç kimseden ummam. Ancak cezalandırmandan affınla sana sığınırım. Rızana bürünerek öfkenden sana sığınırım. Benim çıkar yolum ancak senden istemek, sana iltica etmek, senin huzurunda sızlayarak 'Göğsümü benim için genişlet ki seni tanıyayım. Dilimden düğümü çöz ki seni öveyim' dememdir.
Bunun üzerine, perdeler arkasından çağrıldı. Övgüye tamah etmekten ve peygamberlerin efendisinden fazlasını yapmaktan sakın ve ona dön. Emredileni yap, yasaklananı bırak. O sana ne demişse sen de onu söyle. Çünkü o bu huzurda şundan fazlasını söylemedi: 'Sen ortaktan münezzehsin. Senin kendini övdüğün gibi seni övmeye takatim yetmiyor'. Bunun üzerine kişi dedi ki: 'Yârab! Eğer dilin seni övmeye cüreti yoksa acaba kalbin seni tanımaya tamahı var mıdır? Yani kalp bu tamahı besleyebilir mi?' Bunun üzerine şöyle seslenildi: "Sakın sıddîkların boynuna basma! En büyük sıddîk'ın (Hz. Ebu Bekir'in) yanına dön. Ona uy! Zira peygamberlerin efendisinin ashabı yıldızlar gibidirler. Hangisine uyarsan doğru yolu bulursun. Sen onun şöyle dediğini duymadın mı: İdrâkin terkinden aciz olmak da idrâktir! Bizim huzurumuzdan nasib olarak, huzurumuzdan mahrum olduğunu, cemâl ve celâlimizin mülâhazasından aciz olduğunu bilmen de sana kâfidir".
Bu noktadan sâlik döndü, daha önceki sual ve kınamalardan dolayı özür diledi. Yemine, kaleme, ilime, iradeye, kudrete ve onlardan sonra gelenlere 'Benim özrümü kabul ediniz. Çünkü ben garib bir kimseydim. Bu memlekete yeni gelmiştim. Her yeni gelenin bir şaşkınlığı olur. Sizi kınamam, kusur ve cehaletten geliyordu. Şimdi ise, mazeretinizin doğruluğu göründü. Bana göründü ki mülk ve melekût, izzet ve ceberrûtu tek başına edinen ancak Vâhid ve Kahhâr olandır. Sizler ancak O'nun kahir ve kudreti altında müsahhar, O'nun kabzasında gidip gelenlersiniz. Evvel, âhir, zâhir, bâtın ancak O'dur'.
Bunları şehadet âleminde söylediği zaman, inanılmadı ve kendisine denildi ki: 'O nasıl hem evvel, hem âhir olur? Oysa bunlar zıt olan iki vasıftır. O nasıl hem zâhir, hem bâtın olur? Oysa evvel âhir, zâhir de bâtın değildir'.
Cevap olarak dedi ki: 'O, mevcutlara nisbeten evveldir. Çünkü bütün mevcudât, tertip üzere O'ndan sâdır oldu. O, kendisine doğru yürüyenlerin yürüyüşüne nisbeten âhirdir; zira onlar, durmadan, bir dereceden bir dereceye yükselmektedir ki o huzura varıncaya kadar... Bu bakımdan O, seferin âhiridir. Öyleyse O, müşahedede âhir, vücudda evveldir: O, şehadet âleminde duran, beş duyu ile O'nu idrâk etmeyi talep edenlere nisbeten bâtındır. Melekût âleminde geçerli olan bâtınî basiretle kalpte yanan lambada O'nu talep edene nisbeten zâhirdir. İşte fiilde tevhid yolunun yolcularının tevhid'i böyledir. Benim bu tevhîdden gayem; kendisine fâilin bir olduğu keşfolunan bir kimsenin tevhîd'idir.
Soru: Bu tevhid, öyle bir hududa gelmiştir ki melekût âlemine olan iman onun üzerine bina edilir. O halde, bunu anlamayan veya inkâr edenin durumu ne olur?
Cevap: İnkâr edene gelince, onun tedavisi ancak ona şöyle demektir. Melekût âlemini inkâr etmen Semniye fırkasının ceberrût âlemini inkâr etmesi gibidir. Semniye fırkası ilimleri, beş duyuya hasretmişlerdir. Bu bakımdan beş duyu ile idrâk olunmadığı için ilim, irade ve kudreti inkâr etmişlerdir. Dolayısıyla beş duyudan ötürü şehadet âlemine yapışıp ötesine gitmemişlerdir.
Eğer 'Ben de onlardanım! Çünkü ben ancak beş duyu ile şehadet âlemine varırım. Onun ötesinde birşey bilmiyorum' dersen bu takdirde cevap olarak denilir ki: Beş duyunun ötesinde bulunan metafizik hâdiseleri biz basiretle müşahede etmişizdir. Onları inkâr etmen Sofistlerin beş duyuyu inkâr etmesi gibidir. Çünkü Sofistler 'Görmediğimize inanmayız. Belki biz onu rüyada görürüz' demişlerdir.
'Ben sofistlerdenim. Beş duyu ile idrâk olunduğundan da şüphedeyim!' derse, kendisine denilir ki: Bu şahsın mizacı fesada uğramıştır. Tedavisi mümkün değildir. Bu bakımdan birkaç gün o haliyle terkedilir. Çünkü her hastanın tedavisine doktorların gücü yetmez. İşte bu, inkârcının hükmüdür. İnkâr etmeyen, fakat anlamayan bir kimseye gelince, sâliklerin ona karşı takip edecekleri yol melekût âlemini müşahede ettiği gözüne bakmaktır. Eğer gözünün sağlam olduğunu, fakat göze siyah suyun indiğini, o suyun temizlenmesinin de mümkün olduğunu görürlerse, bu takdirde sürmecinin zâhirî gözle meşgul olduğu gibi, onun gözünü temizlemekle meşgul olmalıdır. Onun gözü, sıhhat bulduğunda yürümesi için yola irşad olunacaktır.
Nitekim Hz. Peygamber bunu ashabının havassına uygulamıştır.
Eğer gözünün tedavi edilmesi mümkün değilse, tevhid hususunda zikrettiğimiz yolda onu yürütmek mümkün değildir. Mülk ve melekût'un tevhîd'i ilan edişlerini duyması mümkün değildir. Bu bakımdan onunla harf ve sesle konuşunuz. Tevhîd'in zirvesini onun anlayışına indirin. Çünkü şehadet âleminde de bir tevhid vardır; zira herkes bilir ki ev iki sahipli oldu mu düzeni bozulur. Şehirde iki vali oldu mu fesada gider. Bu bakımdan onun aklına göre kendisine denir ki: 'Âlemin ilahı birdir. Alemi tedbir eden birdir; zira yer ve gökte Allah'tan başka ma'budlar olsaydı, muhakkak yer ile gök fesada uğrardı'. Bu bakımdan bu, onun şehadet âleminde gördüğüne uygun düşer. Böylece aklına uygun olan bu yollar sayesinde onun kalbinde tevhid inancı dikilmiş olur. Çünkü Allah Teâlâ, peygamberlere ve varislerine, insanların akıllarına göre konuşmalarını zorunlu kılmıştır. Bunun için Kur'an, Arapların konuşmalarındaki âdetleri üzerine Arap diliyle inmiştir.
Soru: Bu itikadî tevhîd'in benzeri, tevekkül için esas olmaya elverişli midir?
Cevap: Evet, elverişlidir. Çünkü inanç kuvvet bulduğunda, keşfin halleri kabarttığı gibi halleri kabartır. Ancak çoğu zaman bu itikadî tevhid zayıf olup ona sallantı ve sarsıntılar hücum eder. Bunun için bu inancın sahibi, konuşmasıyla kendisini koruyan bir kelâmcıya muhtaçtır veya hocasından almış olduğu akideyi muhafaza etmek için o kelâmcıdan öğrenmeye muhtaçtır. Anne ve babasından ve memleketinin halkından aldığı akidesi için de buna ihtiyacı vardır. Yolu görüp bizzat yürüyen bir kimse ise, onun için bu şeylerin hiç birinden korkulmaz. Hatta perde kalksa bile onun yakîni her ne kadar vuzuh bakımından artsa bile (son raddede olduğundan) artmaz.
Sabah olduğu zaman bir insanı gören bir kimse, güneş doğduktan sonra onun insan oluşunda yakîn bakımından bir artış kaydetmez. Ancak onun yaratılışının tafsilatında, vuzuh bakımından yakîni artar. Keşif sahipleriyle inanç sahiplerinin misali Firavun'un sihirbazları ile Sâmirî'nin arkadaşları gibidir. Çünkü Firavun'un sihirbazları sihrin tesirininin sonucuna vâkıf olduklarından zira çok görmüş ve denemişlerdi Hz. Musa'dan sihrin hududunu geçen bir mu'cize gördüklerinde işin hakikatini anladılar.
Ben size izin vermeden ona inandınız ha! O size sihir öğreten büyüğünüzdür. Öyleyse ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. (Tâhâ/71)
Onlar ise Firavun'un bu tehdidine aldırış etmeyip şöyle dediler: Biz seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap, sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin. (Tâhâ/72)
Çünkü beyan ve keşif, tağyir ve ifsadı önler. Sâmirî'nin arkadaşlarına gelince, onların imanları ejderhanın zâhirine bakıştan geldiğinden dolayı Sâmirî'nin buzağısına bakıp onun böğürmesini dinlediklerinde, imanları bozuldu ve onun 'İşte sizin de Musa'nın da ilâhı budur!' (Tâhâ/88) sözünü dinlediler ve onlardan bir zararı defedip onlara bir fayda sağlamayacağını unuttular. Bu bakımdan ejderhaya bakmakla iman eden herkes, şüphesiz ki buzağıya baktığında küfre saplanır. Çünkü ejderha da buzağı da şehadet âlemindendir. Şehadet âleminde ise ihtilaf ve tezatlar çoktur. Melekût âlemi Allah katından olduğundan onda asla ne bir ihtilâfa ne de bir tezada rastlamazsın.
Soru: Senin söylediğin tevhid vasıtaların ve sebeplerin müsahhar oldukları anlaşılırsa zâhirdir. Bütün bunlar da zâhirdir. Ancak insan fiillerinde böyle değildir. Çünkü insan isterse yapar, isterse yapmaz. Bu bakımdan insan nasıl müsahhar olabilir!
Cevap: Eğer, o buna rağmen dilemek istiyorsa diler, eğer dilemek istemiyorsa dilemez. İşte burası ayakların kaydığı ve yanlışlığın yapıldığı bir yerdir. Fakat şu anlaşılmıştır ki Allah dilediği zaman, o ister dilesin ister dilemesin, Allah'ın dilediğini yapmak mecburiyetindedir. O halde dilemek kulun elinde değildir; zira onun elinde olsaydı, onun dilemesi ikinci bir dilemeye muhtaç olurdu ve böylece sonsuza doğru zincirleme giderdi.
Dilemek kulun elinde olmadığı zaman, kudreti makdûra yönelten dilemek meydana geldikçe, kudret, kendisine tevdi edilen vazifeyi yapmak mecburiyetinde kalır. Muhalefet edemez. Bu bakımdan hareket, kudretle zarurîdir. Kudret de meşiyyetin kesinliği anında zarurî olarak harekete geçer. O halde meşiyet, kalpte bir zaruret meydana getirir. İşte bunlar birtakım zaruretlerdir. Bazısı bazısına bağlıdır. Kul meşiyetin varlığını bertaraf edemediği gibi, meşiyetten sonra kudretin makdura yönelmesini de bertaraf edemez. Meşiyet, kudreti harekete geçirdikten sonra hareketin varlığını da kaldıramaz. Bu bakımdan kul, bütün bunlarda mecburdur.
Soru: Senin bu söylediğin katıksız cebrdir. Cebr ise ihtiyar mezhebine zıd düşer. Oysa sen ihtiyarın varlığını kabul ediyorsun. Bu bakımdan kişi hem mecbur, hem de muhtar nasıl olabilir?
Cevap: Eğer perde kalksaydı, anlardın ki kul bizzat ihtiyarda da mecburdur. O halde ihtiyar'ı anlamayan bunu nasıl anlar? Bu bakımdan biz, kelâmcıların lisanıyla ihtiyar'ı kısaca izah edelim ki daha önce zikrettiğimize bir sonuç olsun. Çünkü bu kitabda muamele ilminden başka bir hedef güdülmemiştir. Fiil lâfzı insanda üç vecihe hamledilir: Zira denir ki: İnsan parmaklarıyla yazar! Teneffüs borusu ve hançeresiyle nefes alır. Bedeniyle su üzerinde durursa suyu ikiye böler. Bu bakımdan insana suyu yarmak, nefes almak ve yazmak nisbet edilir. Bu üç sıfat mecburiyet ve cebr hakikatinde birdirler. Fakat bunun ötesinde birçok işlerde değişik manzaralar arzederler. Üç ibare ile bunu izah edelim: Yüzü koyun suya girdiğinde suyu yarmasına tabiî fiil adını veririz. Nefes almasına irâdî fiil, yazmasına ihtiyarî fiil adını veririz. Tabiî fiilde cebr zâhirdir; zira insanoğlu ne zaman suya girerse veyahut da duvardan boşluğa atılırsa, şüphesiz ki hava ikiye bölünür. Bu bakımdan atıldıktan sonra havanın ikiye bölünmesi zarurîdir.
Nefes almak da bu mânâdadır; zira hançerenin hareketini nefes alma iradesine nisbet etmek, tıpkı suyun bölünmesini bedenin ağırlığına nisbet etmek gibidir. Bu bakımdan ağırlık ne zaman mevcut olursa suyun bölünme hâdisesi meydana gelir. Oysa ağırlık da insanın fiili değildir. İşte irade de bunun gibi, insanın fiili değildir. Bir insanın gözüne iğne batırılmak istense mecburî olarak göz kapakları kapanır. Eğer gözlerini açık bırakmak istese buna gücü yetmez. Oysa mecburî olarak kapanan göz kapakları irade ile olan bir fiildir. Fakat iğnenin sureti, idrâk ile, gözün müşahedesinde görüldü mü, göz kapanması iradesi ve bu kapanmanın hareketi zarurî olarak meydana gelir. Eğer kapatmayı terketmek istese buna gücü yetmez. Oysa bu onun kudret ve iradesiyle yapılan bir fiildir. Bu bakımdan bu fiil, zarurî olmasında, tabii fiile iltihak eder.
Üçüncüye gelince, o da ihtiyarîdir. Yazı ve konuşma gibi. Burası karışıklığın ve şüphenin hâkim olduğu bir yerdir. Bu durumda 'Eğer dilerse yapar, eğer dilerse yapmaz. Bazen diler, bazen dilemez' denilir. Bu bakımdan bu ibareden işin kulun elinde olduğu zannedilir. Oysa böyle zannetmek ihtiyar'ın mânâsını bilmemektir.
Biz şimdi ihtiyar'ın mânâsının yüzüne gerilen perdeyi kaldıralım: İrade, şeyin sana uygun olmasını öğreten ilme tâbidir. Eşka ise, tereddütsüz, sana uygun olması zâhir ve bâtın müşahedenle kuvvet bulan kısımlar ile aklın hakkında tereddüt ettiği kısma ayrılır.
Bu bakımdan tereddütsüz kabul ettiğinin misali, gözüne iğne sokulmak istenildiğinde veya sana kılıç ile saldırıldığında, bunun defedilmesinin senin için daha hayırlı ve uygun olduğunu bildiren ilimde zerre kadar tereddüt yoktur. Madem ki böyledir, şüphesiz ilim ile irade, irade ile de kudret harekete geçer. Defetmekle göz kapaklarının hareketi meydana gelir. Kılıcı uzaklaştırmak için el gayri ihtiyarî harekete geçer. Bu hareket, düşüncesiz meydana gelir, fakat yine de irade ile olur. Eşyadan öylesi vardır ki akıl orada kalakalır. Uygun olup olmadığını bilmez. Bu bakımdan yapmasının mı yapmamasının mı daha iyi olduğunu anlamak için düşünceye mecbur kalır. Düşünce ile birinin daha hayırlı olduğu anlaşılınca bu, tereddütsüz kabul edilene iltihak eder. Burada da irade kılıç ve mızrağı uzaklaştırmak için akla, hayırlı olmadığı beliren bir fiil için irade harekete geçtiğinde, o iradeye hayır masdarından (kökünden) gelen İrade-i ihtiyariye adı verilir. Yani o, akıl için daha hayırlı olduğu anlaşılan bir şeyi harekete geçirdiğinde iradedir. O bu iradenin aynısıdır.
Ancak şu var ki bu iradenin harekete geçmesi, kişinin yapılmasında hayırlı gördüğünü yapmasını sağlayan düşünce neticesinde olmamıştır. Ancak kılıcın uzaklaştırılmasındaki hayır, kendiliğinden belirmiş, ilk görüşte tebellür etmiştir. Bu ise, düşünceye muhtaç olmuştur. Bu bakımdan ihtiyar özel bir iradeden ibarettir. O öyle bir iradedir ki idrâkinde aklın duraksadığı şey hakkında, aklın işaretiyle harekete geçmiştir.
Bundan dolayı denilmiştir ki iki hayrın daha hayırlısını ve iki şerrin daha şerlisini seçmek için akla ihtiyaç vardır. İradenin ancak his, hayal veya akıldan gelen kesin bir hükümden ötürü meydana gelmesi düşünülür. Bunun için bir insan, kendi boynunu kesmek istese, bu çok zaman imkânsızdır. Fakat bu imkânın yokluğu 'elinde kudret yoktur' veya 'bıçak yoktur' demek değildir. Ancak 'kudreti yönelten ve davet eden irade yoktur' demektir. Bu iradenin yok olması da şu illettendir: İrade, aklın hükmüyle veya fiilin daha uygun olmasını hissetmesiyle meydana gelir. Kişinin kendi nefsini öldürmesi ise, kendisine uygun değildir. Bu bakımdan azaların kudretine rağmen kendisini öldürmesi imkân yoktur. Ancak tahammül edilmez bir ceza içinde ise (o zaman hüküm değişir). Çünkü akıl burada duraklar; zira aklın buradaki tereddüdü, iki şerrin hangisinin daha şerli olduğunu seçmek içindir. Düşünceden sonra öldürmemenin kendisine daha az şerli olduğu görünürse, o vakit nefsini öldürmesi mümkün olmaz. Eğer öldürmenin daha az şerli olduğuna hükmederse ve hükmü de kesinse, engel de yoksa, irade ve kudreti harekete geçer ve kendini öldürür. Tıpkı kılıçla kovalandığında kendisini damdan atan bir kimse gibi..
Her ne kadar damdan atlamak öldürücü ise de, kişi buna perva etmez. Çünkü kendini atmamaya gücü yetmez. Eğer sopa gibi bir şeyle kovalanıyorsa duvarın kenarına vardığında, aklı, yiyeceği sopanın, duvardan atlamaktan daha kolay olduğuna hükmeder, azalar durur. Kendini atma imkânına sahip olmaz ve hiçbir zaman kendini atmaya davet edici bir his de içinde bulunmaz. Çünkü iradeyi çağıran akıl ve hissin hükmüne boyun eğmiştir. Kudret de iradeyi çağırana boyun eğmiştir. Hareket de kudrete... Bu bakımdan bütün bunlar, zarurî olarak, insanoğlunun haberi olmaksızın onda takdir edilmiştir. O ancak bu işlerin uygulama merkezidir. Bunların ondan olmasına gelince, bu mümkün değildir. Madem ki durum budur, kişinin mecbur olmasının mânâsı şu demektir: Bütün bunlar kendisinden değil, başkası tarafından onda meydana getirilmiştir.
Kişinin muhtar olmasının mânâsı ise şudur: Aklın, fiilin kendisine uygun ve katıksız bir hayır olduğuna hükmetmesinden sonra, kendisinde bir cebr meydana getiren bir iradenin merkezidir. Hüküm de cebren meydana gelir. Bu bakımdan kişi ihtiyarında da mecburdur. Mesela ateşin yakması katıksız bir cebrdir. Allah'ın fiili katıksız bir ihtiyardır. İnsanın fiili ise bu ikisi arasında bir yerdedir; zira insana ihtiyarla cebredilmiştir. Bu bakımdan hak ehli, bunun için üçüncü bir ibare aradı. Çünkü bu üçüncü bir durumdur. Bunu da Allah'ın kitabına uyguladılar ve adına kesb dediler. Bu kesb ne cebre, ne de ihtiyara zıt değildir. İkisini bir araya getirir.
Allah Teâlâ'nın fiiline ihtiyar adı verilir. Fakat bir şartla ki Allah'ın ihtiyarından, hayret ve tereddütten sonra, ihtiyar etmesi anlaşılmalıdır. Çünkü hayrete düşüp tereddüt etmek Allah hakkında muhaldir. Lûgatlerde zikredilen bütün lâfızların Allah hakkında kullanılması mümkün değildir. Ancak bir tür istiare ve mecaz yoluyla kullanılır ki onu zikretmek bu ilme uygun düşmediği gibi oldukça da uzun sürer.
Kaynak : İhya-u Ulumiddin - İmam Gazali