Message
Menkuldür ki, Hazret-i Abdülkadir Bağdad kürsüsünde Seyr ve sülûkünü şu şekilde tafsil ederdi (açıklardı) :
Yirmi sene bir Virânede oturdum. Kırk sene yatsı namazının abdestiyle sabah namazını kıldım. Onbeş sene akşam namazını sabahın abdesti ile kıldım. Namazdan fâriğ oldukta bir asâya dayanıp ayakta şafak zamanına kadar Kur'an-ı Kerim okurdum. Bir gece sofanın merdivenine çıkarken nefsim bir lahza “biraz uyu ondan sonra ibadet edersin, hem de Enbiyânın sünnetini işlemiş olursun” dedi. Ben ise bunun hilâfına o merdivenin üzerinde tek ayak üzerinde sabaha kadar Kuran-ı Kerim okudum. Daha sonra kırk gün oruç tutup hiçbir şey yemedim. Nefsim zaaf gösterdikçe ona daha fazla kahrederdim. O, bazan dünyanın türlü ziynetleriyle bezenmiş cilveleriyle beni meclûb etmeğe (kendine çekmeğe) çalışırdı. Ona ehemmiyet vermediğimi görünce gizleniyordu. Bir eski Vîrân kalede onbeş sene gece gündüz ibadet eyledim. Orada çok zaman kaldığım için halk tarafından oraya Burc-ı A'cemi denildi. Bir defa Cenab-ı Rezzâkiul-İbâd Hazretleri ile ahdeyledim ki, önüme ekmek yemek getirilip ağzıma bir başkası tarafından lokma sokulmadıkça taam yemeyecek ve su içmeyeceğim. Kırk gün bu hâl üzere oruçlu bulundum. Sonra bir kimse gelip önüme yemek koydu. Ve durmayıp gitti. Nefsim açlığın şiddetinden beni yemeğe doğru o kadar zorluyordu ki, serkeş bir at gibi dizgin takımını zor zabt edebiliyordum. Nefse dedim ki: Hemen şimdi ölsen de Allah ile yaptığım ahdi bozmayacağım. O zaman içimde tıpkı çocuk sesi gibi “çok açım” sadâsı bana işittirildi. Hattâ o sadâyı Şeyh Ebû Saîd Mahzumî oradan geçerken işitmiş ve gelip bana “ya Abdülkadir, bu ne hâldir” diye sorunca “bu hâl nefsimin tuğyanıdır (kabarmasıdır), halbuki ruh, Cenâb-ı Mevlâ ile sükûnet bulur şeklinde mukabelede bulundum. Bana ardımdan gel diye işaret eyledi ise de icabet kılmadım. Sonra Hazreti Hızır Aleyhisselâm yanıma gelip Ebû Saîd'in dâvetine icâbet etmelisin diye emredince aceleyle arkasından ulaştım. Zaten kapıda beni gözlüyormuş, bana bakıp “ya Abdülkadir bu sözüm sana kâfi gelmedi. Hızır Aleyhisselâm, seni göndermeğe mecbur tutunca mı geldin” diyerek beni evine aldı. Yemek hazırlayıp kendi eliyle ağzıma lokma lokma koyup yedirdi. Ve sonra bana bir hırka giydirdi. Hizmetlerinde kaldım, benim şeyhim O zâttır.
Hazret buyuruyor ki: Seyahatim esnasında tanıyamadığım bir kimse yanıma gelip “seninle bir müddet arkadaş olacağım, ama şu şartla ki, benim işlerime müdâhale etmemek ve reyime (görüşlerime) muhalefet yapmamak şartı ile”. Ben de yoldaşlığını kabul eyledim. Bir saat kadar yol yürüdük, bana “ben dönünceye kadar burada bekle” dedi. Ve kayboldu. Tâ bir sene sonra gelip bir saat kadar benimle sohbet ettikten sonra yine ben gelene kadar bekle deyip gitti. Ve bir seneden sonra gelip biraz konuştuktan sonra yine ben dönünceye kadar bekle deyip gitti. Ve bir sene sonra elinde biraz ekmek ve süt olarak tekrar geldi; üç seneye kadar orada bekledim. Bu üçüncü seferinde kendinin Hızır Aleyhisselâm olduğunu beyan ederek, seninle şu yemeği yiyelim diye getirdiği nevâleyi beraberce yedik ve bana “kalk, senin için Bağdad mahalli ikâmet ve merkezi irşaddır. Cenâb-ı şeyhe O zamanlarda yemek içmek meselesini nasıl temin buyuruyorsunuz, diye ashabının sualine karşı “yerdeki nebâtâtla gıdalanırdım” cevabını verdiler.
Bir hâtun, huzuru Abdülkadir'e bir evlâdını getirip “Efendim bu benim oğlumdur. Sana mahabbeti çok fazla olduğundan zat-ı âlinize bağışlıyorum” der. Cenab-ı Şeyh o çocuğu öpüp hemen halvethânesine getirdi. Çocuğa seyr ü sülûk ve mücâhede telkin buyurdular. Mezkûr kadın, oğlunun mahabbetine dayanamayarak galeyana gelmiş, bir gün onun halvethânesine gelip görüyor ki, açlıktan zayıf olmuş, yanına bir kuru arpa ekmeği konulmuş, hâtun o ekmeği eline alarak huzuru Şeyhe gelip gördü ki, Şeyh, bir horoz kebabını yemektedir. Kadın “Şeyh Efendi, sana evlâdımı böyle mi olsun diye mi emanet eyledim. Sen horoz kebabı yiyorsun, benim oğlum ise kuru bir arpa ekmeği ile nasıl yaşasın. Hele hâline baksana ne kadar zayıflamış, bu hal ile mahvolup öleceğinden korkuyorum” deyince Cenab-ı Gavsiyetpenah Hazretleri o horozun kemiklerine dokunarak “kum biiznillâh” (Allahın izniyle kalk) deyince horoz derhal hayat bulup ötmeğe başladı. O zaman Hazret kadına dedi ki: Ne zaman senin oğlun da bu mertebeye ulaşırsa en iyi kebabı yesin. Zira biz bu mertebeye ulaşana kadar arpa ekmeği değil, yabâni otlarla ve senelerce ateş görmüş yemek tatmayarak nefsimizi ıslâh eyledik. Ve çocuğun selâmeti için bu riyazete alıştırmak lâzımdır” buyurdular.
Kaynak : Menakıb-ı Abdülkadir Geylani - Behcetü'l Esrar - Şeyh Nureddin Ebu'l Hasan